36 SAATTE PARİS

Louvre-Rivoli metro istasyonundan kalkan sarı hattaki metronun içinde kulağıma çalınan Fransızcanın büyüsü içindeyim. Kahve istemek, bir paket taze hamur işi almak veya herhangi başka bir nedenden ötürü biriyle karşılaşıp bildiğim tek fransızca sözcüğü gururla telafuz edebilmek için sabırla metrodan inmeyi bekliyorum. Kulağımda fransızca konuşmalar. Karakterli ve oldukça çekici.

Metrodan indikten sonra ceplerimde aradığım tek yön bileti çıkışta tekrar kullanıyorum. Bu biletleri girdikten sonra atmamam gerektiğini bildiğim iyi oldu. Çünkü ne kadar şehir gezsem de her seferinde ulaşım işini çözene dek heyecanlanıyorum. Bu tek yön biletler aktarma yapmak için 90 dakika süresince geçerli. Eğer Paris’i gezmek için kısıtlı bir vaktiniz varsa, bu süre çok işinize yarayacak, emin olun.

Paris’te uyandığımız ilk günün sabahına dönecek olursak; kısıtlı bir tatil planında olabilecek en kötü şey oldu! Haftalar önceden kahvaltı ve sonrası için planladığım gün patladı. Şehirdeki tek kahvaltı adresimiz belliydi. Fragments‘ de iyi kahve eşliğinde bir tabak çırpılmış yumurta. Belki bir de o güzel avokado tost. Metrodan indikten sonra ara sokakta biraz yürüdük. Tam geldik dediğimizde, asla güncel açılış saatini kontrol etmediğimizi farkettiğimiz Fragments’in kapalı olduğunu gördük. Neyse, bir sonraki durak Used Book Cafe‘ydi. O eski kitapları karıştırırken bir şeyler atıştırmak, bu aksiliğin üzerini güzelce kapatacaktı. Telefonumdaki -her seferinde onu bulduğum için şükrettiğim- uygulamayı açarak Used Book Cafe’nin kapısına kadar geldik. KAPALI! Zaten kısıtlı bir zamanda daha kötü ne olabilir? Tüm günün planı belli ve buraya tekrar dönecek ne vaktimiz ne de bir önceki gün yüzünden dermanımız var.
‘Seni camlarının arkasından da olsa görmek güzeldi.’

Moralimizi düzeltecek tek şey, taze bir hamurişi ve kahve. Hemen uygulamadan bir sonraki durağı işaretliyorum ve çizgiyi takip ediyoruz. ‘Bir şehri tanımanın en iyi yolu, sokaklarında yürümek ve toplu taşımasını kullanmaktır’ derim hep. Bu ikisini yaptığınızda ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Sokaklarda hiçbir turistik aktivitenin size verememeyeceği sürprizlerle karılaşırsınız. Bazı yerlerde dükkanların önünde uzun kuyruklar görürsünüz. Dar bir ara sokaktaki köhne, küçük bir dükkandan tereyağ kokusu çalınır burnunuza. Kuyruğun nedeni anlaşılır. Benim gibi bir şehir avcısıysanız, dükkanın ismini hemen not edersiniz telefonunuza. Tekrar gelecek olursanız ne yapacağınızı bilirsiniz böylece.


Boulangerie Poilane‘nin muhteşem çikolatalı kruvasanlarından birer tane alıp yolumuza devam ettik. Buraya kadar anlatmak istediğim şey; eğer bir şehir için yalnızca 36 saatiniz varsa, olağanüstü planlı olmak zorundasınız. İşinizi şansa bırakmak ve bir ayrıntıyı atlamak, kısa zamanda çok yol almak isteyen sizi üzebilir. Biz, az sonra, ayaklarımızın hissiyatını kaybedecek kadar müze ve sokak gezip, karnımızı doyurmak üzere önceden rezervasyon yaptığımız yere yemeğe gideceğiz.
Şimdi, en başından -hatasız- 36 Saate Paris listeme tekrar bakalım.

KONAKLAMA

Paris birçok avrupa ülkesinde olduğu gibi bölgelerden oluşuyor. Göbeğini Louvre Müzesi’nin olduğu yer olarak düşünürsek, halka büyüdükçe bölge isimleri değişiyor. Kısa zamanda Paris’in birkaç önemli noktasını görme planınıza varsa 1,2,3,4,5 ve 6. bölgeleri tercih etmeniz mantıklı olur. Ama Paris, dünyanın en eski ve büyük metro sistemine sahip bir şehir. Eğer 9,10,11. gibi bir yerde makul bir fiyata otel bulabilirseniz bu sizi asla yormaz, bilin istedim. 🙂

Biz; şans eseri 1.Bölgede iyi bir otel fırsatı yakaladık ve bu bölgede konakladık. Değerlendirmek isteyenler için otelin booking linkini bırakıyorum.

Relais Du Louvre

PARİS’E UÇUŞ

Paris-Charles De Gaulle Havalimanı’nı hep merak etmiştim. Beklediğimden küçük ve oldukça eski bu alana indiğimizde covid negatif testlerimizin kontrolü için sıraya girdik. Pasaportlarımıza yapıştırılan minik kırmızı sticker ile ülkeye giriş yaptık. Şehirde girdiğiniz heryerde elektronik aşı kartınız soruluyor. Barkodu telefonunuza ss yapıp kalp koyun ki, elinizin altında olsun.

ULAŞIM

Eğer THY ile Charles De Gaulle Havalimanı’na uçuyorsanız, bagajınızı aldıktan sonra RER hattına biraz yürüyüp (yaklaşık 8-10dk), yaklaşık yarım saat içinde de şehir merkezindeki ana istasyonlara ulaşabilirsiniz. Havaalanı şehrin 5.zone’unda bulunuyor. Dolayısıyla buraya giden RER hattının ücretleri de farklı. CDG havalimanından RER’in B hattı ile şehir merkezine (Gare du Nord) giden hattın ücreti 10.30€

Şehrin merkezine gitmek için, RER – hattına binip ana duraklardan biri olan Les Halles durağında inebilirsiniz. (Biz buradan otelimize direkt yürüdük.) Buradan metro ağına bağlanıp istediğiniz bölgeye geçebilirsiniz. Eskiden olsa kesinlikle metro haritası edinin derdim ancak günümüzde hangi duraktan hangi renk hatta bineceğinize ve ineceğiniz durağa kadar gösteren uygulamalar var.

Şehir içinde biletleri, metro girişlerindeki otomatlardan kolaylıkla alabilirsiniz. Eğer 3 günden fazla kalacaksanız, 10’lu biletlerden almanızı tavsiye ederim. Otomattaki seçeneklerde var.
Tek yön bilet fiyatı: 1,90 euro. 10’lu alınca tanesi 1,69 euro oluyor.
Tek kullanımlık biletin 90 dakika boyunca geçerli olabildiğini de unutmayın.

RER: Şehrin banliyölerine giden, daha az durağa sahip olup daha hızlı ilerleyen tren ağı.

PARİS’TE 36 SAATE NE YAPABİLİRSİN?

İLK GÜN;
Şehri Sen Nehri’nden ikiye bölecek olursak önce kuzey bölgeyi gezerek başlayın. Bugüne isterseniz bir müze gezisi ekleyin. Eğer iki büyük müzeden en az birini görmek isterseniz ertesi güne bırakmak mantıklı. İlk gün plana uyarsanız metroyu yalnızca 1 kez kullanırsınız. Bu yüzden; ayakkabını iyi seç!

Görebileceğiniz noktalar;

  • Colonnes de Buren
  • Kafe Kitsune
  • Galerie Vivienne
  • Starbucks France
  • Opera Garnier
  • Musee Gustave Moreau
  • Mamiche
  • Abbesses Metro Durağı
  • Au Marche de la Butte
  • Le Passe – Muraille
  • Le Maison Rose
  • Sacré-Cœur Bazilikası 
  • Sinking House
  • Carousel de Montmartre
  • Musee d’Orsay (opsiyon)
  • Angelina
OPERA GARNIER

İKİNCİ GÜN;
Tüm günü dolu dolu, biraz sanat, biraz alışveriş ve çokça hamurişi ile doldurabilirsiniz. Eğer Louvre Müzesi Palanınız varsa bugüne ayırın. Müzenin tamamını hızlıca bile olsa dolaşmak bir tam gün alacaktır. Kişisel tavsiyem; ilginizi çekecek 3 ayrı kanattan birine yoğunlaşın. Biz Denon Kanadını hedef alarak yaklaşık 3 saat harcadık. Ayrıca turistik aktivitelerden Eiffel ve Şanzelizeyi de bugüne ayırdık.

Görebileceğiniz noktalar;

  • Used Book Cafe (Merci)
  • Boulangerie Poilane
  • Les Deux Magots
  • Jardin Des Tuileries
  • Musee Louvre
  • Shakespare and Co
  • Notre Dame Katedrali
  • Le Bon Marche
  • Nelly Julien
  • Boulangerie Laurent B
  • Josephine Chez Dumonet
  • Eiffel
  • Champs Elysees (Şanzelize)
  • La Foule

PARİS’TE YEME – İÇME

Elbette her şehirde olduğu gibi Paris görülecek yerler listemin genelinde yeme içme durakları var. Çoğu elbette artizan ekmek ve çeşit çeşit hamurişi yapan fırınlar. Beni Paris’e sürükleyen bir diğer neden ise şahane bistrolara sahip olması. Eğer Paris’e kısıtlı bir süre için geldiyseniz size vereceğim bu listedeki yıldızlı isimleri mutlaka değerlendirin.

Fırın – Kafe – Kahve

Kafe Kitsune: İnstagramda herhangi bir Paris fotoğrafında mutlaka Kitsune’un karton bardaklarına rast gelmişsinizdir. Tam bir fenomen durağı. Değer mi bilemiyorum? Çünkü kahvesi diğer tüm kahvecilerden daha pahalı. Ancak özellikle Buren, Galerie Vivienne dolaşacaksanız, elinize bir bardak taze kahve almanızda sakınca yok. Özellikle; Jardin du Palais Royal’deki şube, görülmeye değer.

Used Book Cafe: Geç kahvaltı için harika seçenek. Elimde olsa oturmaktan sıkılacağım vakte kadar zamanımı burada harcardım. Çünkü bir kitap bağımlısıyım. Kitap kafe konsepti bana hep sıcacık gelir. Burada kışın bir fincan kahve yanına simit sandviç veya yazın zencefilli limonataya ek biraz kullanılmış kitap sayfaları hışırdatma.

Starbucks France: Fransa’da Starbucks’a girmek en az Milano’daki kadar saçma evet. Ama buraya kahve içmek için girmeyeceksiniz. İçi, fotoğraflamanız gereken güzellikte. Opera binasının çaprazında konumlanan kahvecide ‘birine bakıp, çıkın!’



Poilane: Şüphesiz uğraman gereken en önemli duraklardan birisi. Paris’in en güzel artizan fırınlarından biri olduğu gibi bence önemli bir hediyelik eşya dükkanı. Hızlı bir kahvaltı için çikolatalı kruvasanlarından alabilirsin. Ancak benim tavsiyem, ekmek almadan çıkmaman. Hatta, dönüş yolunda sevdiklerin için bile bavula biraz ekmek koyabilirsin.

Boulangerie Laurent B: Önünde sıra beklemeye değer bir artizan fırın. Bir fincan kahve yanında tuzlu-tatlı hamur işi, belki peynirli sandviç. Çok klas bir dükkan. Eğer yer varsa burada oturarak kahvaltı yapın veya yanınıza alıp sonraki durağınıza giderken hızlı bir öğle yemeği atıştırması yapın. Ya da belki romantik bir baget alıp çıkabilirsiniz. 😉

Mamiche: Vanilya kremalı beignet ve çikolatalı kruvasan yemeniz şart. Beignet özellikle denemeye değer. Ve pek tabii zeytinli, üzümlü, cevizli ekmekler…

Angelina: Tatlı severlerin gözüne, ağzına hitap edebilecek popüler pastane. Makaronları hediye için bir alternatif. En çok sıcak çikolatası için geliyorlar. Ama eğer bir kez buraya gelecekseniz mont blanc yemelisiniz. Eğer gelecekseniz rezervasyon yapın veya biraz sıra beklemeyi göze alın.

Les Deux Magots: Masalarında kimler kimler oturmadı ki.. Evet, burası 1812 yılında kurulmuş, Paris’in en turistik kafelerinden birisi. Ama gözlerinizi kapatıp 1920’lerde, yan masada sohbete dalan Hemingway ve Scott Fitzergard’ı hayal edebilirsiniz. Şehrin en ilham verici noktalarından biri olduğunu kabul ediyorum. Buraya gelin ve Paris’te birçok kafede olduğu gibi caddeye bakan sandalyelerden birine oturup, papyonlu kibar garsonlardan birine sıcak çikolata içmek istediğinizi söyleyin!

Cafe Flore: Kuşkusuz en az Deux Magots kadar eski ve popüler. Influncer’ların en çok paylaşım yaptıkları yerlerden biri. Bana biraz fazla sosyetik gelse de, burayı dışarıdan fotoğraflamak oturmaktan daha iyi bir seçenek.

Fragments: Tek kahvaltı hakkımı değerlendirmek için gidip, kapalı olduğuyla yüzleştiğim güzel kahve-kahvaltı adresi. Paris’in en keyifli kahvecilerinin olduğu bir bölgede yer alıyor. Bir tabak çırpılmış yumurta veya avokado tost ile iyi kahve içebilirsiniz. Mor veya Sarı renk hat metro ile yakınındaki Chemin Vert istasyonundan ulaşabilirsiniz.

PaperBoy: Oldukça zengin bir brunch menüsü var. Le Marais bölgesindeki en iyi öğlen yemeği-kahvaltı seçeneklerinden birisi. Özenli, keyifli ancak yüksek sınıf bir mekan.

Öğlen – Akşam Yemeği

Bir Fransız atasözü der ki; İdealler yıldızlar gibidir, onları tutmak mümkün olmaz ama karanlık gecelerde yolumuza onlar rehberlik ederler. Günümüzde Fransız mutfağı demek, bir mutfak şefinin ilk öğreneceği derstir. Zengin soslar hakkını verecek şekliyle yalnızca fransız şeflerin elinden çıkar. Şarap, peynir ve tereyağının bir akşam yemeğinden eksik edilmediği sofralar, bazen beyaz masa örtüleri bazense sıkışık mekanlardaki cılız sandalyeler. Her ne şekilde olursa olsun bu şehirde ”iyi yemek” ten ödün vermeyeceksiniz.
Bu sebeple eğer içinizde bir gurme büyütüyorsanız, Paris bunun için bir cennettir. Michelin yıldızlı restoranların izinde şehrin gitmeye değer bistroları sizi fazlasıyla tatmin eder. En iyi restoranlarda çalışmış birçok şef, kendi bistrolarını açmışlardır. Bunlardan birkaçını aklınıza yazmak isterim.

Le Bistro Paul Bert: Fransız sosu mu dediniz? Paul Bert bunu deneyimleyeceğiniz en doğru adresten biri. Menü fransız klasikleriyle dolu. Fransız ekmeği, yer mantarı, iyi bir sufle. Burada steak au poivre denemenizi tavsiye ederim. Yani içinde bolca karabiber olan kremalı kahverengi sosla servis edilen bonfile. Tam bir Fransız klasiğidir. Geleneksel olarak patates püresi veya kızartılmış ev usulü patates ile sunulur. Abartılı olmayan gerçek bir bistro deneyimi için, buraya uğrayın!
Rezervasyon şart.
Feidherbe – Chaligny (mor) metro istasyonundan veya Reuilly-Diderot (sarı) metro durağında inip biraz yürüyerek ulaşabilirsiniz.

Septime: Paris’in 11.bölgesinde neo-bistro mutfağının sahibi genç şef Bertrand Grebaut’un taze restoranı. Taze diyorum çünkü Septime’i tanımlayan en özet kelime bu. Şef; çevre dostu, sürdürülebilir ve taze malzeme ilkesiyle yola çıkmış yenilikçi bir mekan yaratmış. Bir Michelin yıldızına ek sürdürülebilirliği temsil eden yeşil yıldızı var. İyi yemeği temsil eden kimlikli bir mekan arayışındaysanız, burada, Septime!

Chez Michel: Gare du Nord istasyonunun dibinde, menüsünde ev yapımı mayonezlerle servis edilen salyangoz ve çeşitli deniz ürünleri bulunan Fransız bistrosu. Burası daha çok av etleriyle ünlü. Vedat Milor tavsiyesine göre balık çorbası ve ıstakoz denenmeli.

Le Quincy: Kişisel favorim ve belki de Paris’e gelme sebebim. Ağır döküm tencerelerde pişen klasik fransız yemekleri. 100 sene öncesinden kopmuş ve günümüze düşmüş bir atmosfere sahip. Sanki Fransa kırsallarındaki anneannemin mutfağında yemek yiyorum ve dedem olacak ihtiyarı doyduğuma ikna edebilmek için şişen karnımı göstermem gerekiyor. Yemekleri servis eden iki ihtiyardan biri hakkındaki düşüncem tam olarak bu. Sahipleri geleneksel reçetelerini hiç bozmadan günümüze getirmiş. Paris’te denemeniz gereken tatlardan biri olan kaz ciğerinin(Foie Gras) hası burada. Garsonun dediği gibi ağzınıza aldığınız anda erimeye başlayacak ve siz ağzınızı şapırdatarak yutacaksınız. Menünün en favorilerinden şarap ve tavşanın kendi kanından yapılmış sos ile pişirilmiş yabantavşanı. Nam-ı değer lievre a la royale!
Şarap seçimi için garsona danışın. İyi şarap için her zaman çok para ödemeniz gerekmediğini kanıtlayacak. Neredeyse hiç İngilizce konuşmuyorlar ve gelenlerin neredeyse tamamı yerel halk. Rezervasyon ve nakit para şart.
Sarı metro hattı ile Gare du Lyon durağında inip, 5 dakika yürüyerek ulaşabilirsiniz.

Le Baratin: Belleville’deki küçük bir ara sokakta yer alan Baratin ağzınıza koyduklarınızın ötesinde önemsenecek türden bir yer değil. Atmosfer yok. Kendine cılız sandalyelerden birini çekip, günlük belirlenen kara tahta üzerindeki Fransızca menüden bir yemek seçmen gerek. Geniş bir samimiyetle yemek yapan Arjantinli şef Raquel Carena’nın bistronun en dikkate değer özelliği sadece nerede yiyeceğini bilen Parislilerin (ve onların tanıdıklarının) gittiği ve paydos eden şeflerin yemek yemek için tercih ettiği yer olması. Şarap seçimini Charles’a bırakın ve arkanıza yaslanıp bu deneyimin başlamasını bekleyin.
Rezervasyon şart.
Kahverengi metro hattı ile, Pyrenees durağında inip, 4 dakika yürüyerek ulaşabilirsiniz.

Bouillon Chartier Montparnasse: Pirinç pervazlar, aynalar, lambalar.. Kabarık etekli bir film sahnesi ve tam bir Art Nuveau döneminin orta yerinde gibiyiz. Garson, söylediğimiz siparişi masaya serilmiş kağıt üzerine not alırken, etrafın büyüsü içindeyim. Biz, eski modadan vazgeçmeyip ördek confid söylüyoruz. Başlangıç olarak da pek tabii escargot. Fransız ekşi maya ekmeği, salyangozun tereyağ ve fesleğen kokan sosuna batırırken iyi ki buraya zaman ayırmışız diyoruz. Tekrar olsa, eldivenlerimi ve geniş çeperli şapkamı takıp, spaghetti bolognese yemeğe giderdim. 🙂 Masadaki ev yapımı hardalı dikkatli kullanın. Burnunuzdan ateşler çıkarabilir. Burası uygun fiyatlı bir mekan. Akşam yemeği için gidecekseniz biraz sıra beklemeye değer. Biz öğlen yemeği için gittiğimizde sıra beklemedik. Ama unutmayın ki, bu mekan oldukça turistik.
Pembe metro hattı ile, Montparnasse-Bienvenüe durağında inip ulaşabilirsiniz.

PARİS’TE 36 SATTE GÖRÜLECEK YERLER

Colonnes de Buren: Fransız sanatçı Daniel Buren’in 1985-1986 yılları arasında yaptığı bir sanat enstalasyonudur. Palais Royal’in iç avlusunda bulunur ve fotoğraflamak için harika bir mekandır.

Galerie Vivienne: Şehrin pasajları için kesinlikle vakit ayırmalısınız. Özellikle Galerie Vivienne için. 1823 yılında inşa edilen bu kapalı çarşı, Paris’in en sembolik galerilerinden biri. Mozaik zeminler, süslü kemerli duvarlar ve ışığın içeri girmesine izin veren cam tavan. Ayrıca 2022 Paris moda haftasının bu pasajın içinde yapılması kesinlikle harika bir seçim olmamış mı?

Opera Garnier: Yolun karşısında fotoğraf çeken turistlerin asla eksik olmadığı tarihi bina. Binanın süslemeleri ve iç tasarımına hayran kalmamak imkansız. Şaheserin sözlük anlamına Opera Garnier’ı örnek vermek yanlış olmaz. Umarım bir gün binaya layık şekilde prenses kıyafetlerimi giyip opera izlemek için gidebilirim.

Abbesses Metro Durağı: Montmartre’de Paris’in kesinlikle en ikonik girişli metro istasyonu. 1978’den beri tarihi anıt statüsünde.

Au Marche de la Butte: Filmde Amélie Poulain’in sık sık uğradığı manav. Günümüzde yalnızca meyve-sebze dükkanı olmak dışında Amelie’nin kartpostalları ve posterlerini de satmakta.

Le Passe – Muraille: Fransız edebiyatçı Marcel Aymé’in Duvardan Geçen romanındaki Duteilleul karakterinin heykeli. Hikayeye göre duvarların içinden geçebilme gibi bir yeteneği olduğunu keşfeden Dutilleul, gücünü kafasına göre kullanarak sonunda onu kaybeder ve kendini bu duvarın içinde sonsuza kadar hapsolmuş bulur. Heykelin buraya yapılma nedeni, yazarın evinin bu sokağın devamında olması. Heykeltraş Jean Marais tarafından tasarlanan heykelin suratına baktığınızda romandaki karakter Detilleul yerine Aymé’ninkini görürsünüz.

Le Maison Rose: Bir restoranda yemek yiyip bir şeyler içmek dışında ne yapılır? Burası Montmartre’de en çok fotoğraflanan yerler arasında. Sizce de oldukça sempatik görünmüyor mu? Yer bulabilirseniz, atıştırmak için şans verin.

Sacré-Cœur Bazilikası: 1914 tarihinde yapılmış, içinde bir yer altı mezarlığı bulunan ikonik yapı. Paris’in en yüksek tepesinde bulunur. Hemen önündeki merdivenlere oturup şehri tepeden izlemek için birkaç dakikanızı ayırın.

Le Carousel: Şehrin en eski atlıkarıncalarından biri Montmartre’de, Sacré-Cœur Bazilikası’nın eteklerine konumlandırılmış. Nostaljik bir filmin içine girmiş kadar etkileyici ve sihirli.

Jardin Des Tuileries: Paris 1. bölgede, Louvre Müzesi’nin hemen yanıbaşındaki Tuileris Bahçesi halka açık Paris bahçelerinin en güzel örneklerinden. Her yer etkileyici heykellerle kaplı. Tam ortasındaki yapay gölün çevresine saçılmış demir, yeşil sandalyelerde oturmak bir Paris geleneği.

Notre Dame Katedrali: Seine Nehri’nin kıyısındaki bu ünlü gotik kilise. 2019 da tavanında çıkan yangın sebebiyle 900 yıllık tarihi mirasın büyük bölümü hasar almıştı. Dünyada milletlerin değil tüm insanlığın sahip olduğu bir yapı varsa, Notre Dame bunlardan birisidir.

Le Bon Marche: 1838 de yapılan dünyanın ilk büyük perakende konsepti olan alışveriş merkezi. Severs Babylon durağındaki yeşil metro hattıyla ulaşılabilir.

MÜZELER

En popüler iki müzeyi de 36 saate sıkıştırmak zor olabilir. Ancak bizim şehre gelişimiz daha çok müzeleri (çocuksuz) gezebilecek bir fırsat yaratmaktı. Bu yüzden bunun için vakit ayırdık. Siz ya çok istediğiniz tek müzeyi hakkını vererek gezin ya da bizim gibi sıkıştırılmış ama seçmece bir tarz benimseyin. Biletleri internet üzerinden online almak size zaman kazandıracak. Louvre gibi popüler bir müzeyi sabah ilk açılış saatinde ziyaret etmek de rahatlığınız açısından iyi olacak.

Orsay Müzesi, perşembe günleri gece 21:00 e kadar açık. Bunu değerlendirmek isteyebilirsiniz. Biz tüm gün aydınlık şehrin tadını çıkartıp hava kararınca müzeye girdik. Bu, kısıtlı zamanı değerlendirmenin bir diğer şekli oldu. Biletimizi günün bu saatine uygun şekilde online almıştık ve sıra beklemeden içeri girdik.

Ayrıca müzelerde belirli dönemlerde ek sergiler olabiliyor. Ziyaret gününüze göre bunu da kontrol etmeyi unutmayın. Mesela; Gustave Moreau Müzesi’ne gelmeden önce La Fontain’in kapalı sergisinin olduğunu öğrenmiştim. Bu kısıtlı zamanımızda bu müzeyi de ziyaret listemize eklememize vesile oldu. İyi ki de oldu!

Elbette her müzede görülmesi gereken önemli eserleri birçok yerde okumuşsunuzdur. Ben kişisel favorilerimle size küçük bir liste yapmak istedim.

LOUVRE MÜZESİ

Louvre Müzesi için online bilet alırsanız, müzeye girişte hızlı geçiş hakkınız olur. Müzenin 4 ayrı kapısı var. Geçiş hakkınızı kullanacağınız ayrıntılı bilgiyi biletin üzerinden okuyabilirsiniz. Ayrıca covid için gereken uluslararası geçerli aşı sertifikanızı (barkod) girişteki görevliye göstermeniz istenecek.

Online aldığımız biletle, dünyanın en büyük sanat müzesine hızlı geçiş hakkımızı kullanıyoruz. İçeri girer girmez vestiyeri bulup eşyalarımızı küçük dolaplara kilitliyoruz.
Eşyamızı bırakır bırakmaz Denon kanadını buluyoruz. Daha önceden biraz araştırma yapıp görmek istediğimiz eserleri listelemiştik. Bu eserlerin çoğu Denon kısmında olduğu için, diğer kanatları göremeyeceğimi kabullenmiş şekilde gezimize başladık.

Winged Victory of Samothrace (Semadirek Kanatlı Zaferi) : Gördüğünüz anda neden dünyanın en sevilen heykellerinden biri olduğunu anlarsınız. Mona Lisa’ya gidecek merdivenlerin hemen ortasına yerleştirilmiş olması iyi düşünülmüş bir planlamadır. Öyle ki, merdivenlerde durup bu kolları olmayan bu mermer tanrıçanın güzel kanatlarına bakıp hayran kalmak için alanınız olur. Benim için heykellerin en sarsıcı olanıdır.


Wedding At Cana (Kana’da Düğün): Tüm heybetiyle cılız Mona Lisa’nın tam karşısındaki duvarda durur. Dünyada insan yüzüne duygusal ifadeler eklenen ilk eser olarak kabul edilmiştir. Rönesans döneminin en önemli ressamlarından Paolo Veronese’nin en önemli eseridir. İsa’nın konuk olarak çağırıldığı bir düğünde, peygamber olarak ilk mucizesi kabul edilen suyu şaraba dönüştürmesi resmedilmiştir. Dönemin en iyi sosyal hayatı yansıtan çalışmalarından biri olduğu düşünülür. Tablo 66 metrekarelik devasal boyutuyla müzenin en büyük eserlerinden birisidir.

The Coronation of Napoleon (Napolyon’un Tam Giyme Töreni): Napolyon’un Notre Dame Katedrali’ndeki taç giymesini resmeden Fransız ressam Jacques-Louis David’in eseri. Boyutları yaklaşık olarak Kana’da Düğün eseriyle aynıdır. Şüphesiz, Louvre’da en etkilendiğim tablodur.

Psyche Revived by Cupid’s Kiss (Cupid’in Öpücüğü ile Canlanan Psyche): 1793 yılında İtalyan heykeltıraş Antonio Canova tarafından oyulmuş, kalp ve ruhu temsil eden aşk dolu bir başyapıttır. Louvre’un en romantik parçalarından biridir.


Mona Lisa: Müzenin Denon Kanadına girdiğinizde tüm oklar Mona Lisa’yı gösteriyor. Çünkü sadece bu tablo için Louvre birçok ziyaretçi alıyor. Diğer eserler gibi ona yaklaşıp, istediğiniz gibi inceleyemezsiniz. Çünkü Mona Lisa çift kat camla korunduğu gibi, gümrük sırası gibi bir sırayla şöyle bir bakıp geçmeniz gereken bir tablo. Sabah saatlerindeki azami kalabalığı yakalarsanız iyi, yoksa oldukça kalabalık bir sırayı beklemek zorundasınız. Tavsiyem; sabah Louvre’a giriş yaptığınız gibi önce Mona Lisa’ya gidip görün. Sonra tüm eserleri rahat rahat gezersiniz. Şu ana kadar tablonun yalnızca popülerliğini anlatabildim. İşte ona bakarken de olan bu.

NOT: Louvre içinde çok değerli eserleri bulunduran biz müze olduğu kadar kendi değeri ve güzelliği de olan bir saray. Sık sık başınızı kaldırın ve tavanlardaki olağanüstü süslemelere bakın. Orada bambaşka hikayeler, bambaşka eserler var!

ORSAY MÜZESİ

1898 – 1900 yılları arasında inşa edilen bina öncesinde bir tren garıymış. Böyle bir yapının müzeye dönüştürülmesindeki güzelliği içine girdiğinizde daha iyi anlayacaksınız. Detaylar ve atmosfer çarpıcı. Benim çocukluğumdan beri çok ilgili duyduğu empresyonist ressamları içinde barındırıyor. Edgar Degas, Claude Monet, Vincent van Gogh, Edouard Manet, Pierre Auguste Renoir gibi ressamların önemli eserleri Paris’teki Orsay Müzesinde sergilenir. Burada kişisel olarak beğendiğim istediğim birçok eser var ancak yalnızca birkaç tanesini örnekleyeceğim.

Orsay Müzesi için de biletli olmanız durumunda sizi kuyruk olmayan başka bir kapıya yönlendirecekler ve aşı sertifikanızı görmek isteyecekler.

Dance et Le Moulin de la Galette(Renoir): Pierre Auguste Renoir’in 1876 tarihli tablosu. Montmartre’de her pazar açık hava danslarının düzenlendiği Moulin de la Galette’deki bir öğleden sonrasını resmeder. Resimde bulunan çoğu karakter Renoir’in dostları ve yanıdıklarıdır. Kaynaklara göre bu tablo, muhtemelen ilk sergilendiği sırada Caillebotte tarafından satın alınmış ve onun vasiyetiyle de devlet koleksiyonuna dahil edilmiş.


Olympia: Edouard Manet’in 1863 tarihli tablosu. Şüphesiz Manet’in en tepki aldığı eserlerinden biri Olympia’ydı. Konusu bayağı ve edebe aykırı, beğeniye karşı bir aşağılama olarak görüldü. Manet, modeli Victorine Meurent’i salon ressamlarının aksine idealize etmeden, nasıl gördüyse, dahası onu bir fahişe rolüyle, sıradaki müşterisini beklerken, bir başka müşterisinden gelen çiçekleri alırken betimlemişti. Yayanın ayakucunda sarı gözleriyle bakan kedinin anlamı ise muğlak: kötülük ve cadılığı çağrıştırmakla beraber büyük olasılıkla erotik zevkleri sembolize ediyor.

The Luncheon on the Grass: Edouard Manet’in 1863 tarihli tablosu Reddedilenler Salonu’nda sergilenen yapıtlar arasında en büyük skandala yol açan tablo oldu ve daha sonra modern sanatın dönüm noktalarından birini simgeleyen yapıt olarak nitelendirildi. Eleştirmenleri kızdırmasında kullanılan tekniğin de payı olsa da asıl sorun ahlaka aykırı görünme konusuydu. Tabloda iki genç adamın, hafifmeşrep olduğu kanısına varılan iki genç kadınla arkadaşlıkları görülür. Kadınlardan biri Victorine Meurent’tir ve doğrudan izleyiciye olan bakışı sahneye istenmeyen bir katılım davetine yol açıyordur.

The Starry Night Over the Rhone: Vincent van Gogh’un 1888 tarihli tablosu. Sanatçının en sevdiğim eseri sanırım. Ne zaman baksam hayal kurmaktan kendimi alamam. Işığın yansımasını en tatlı anlatan eserlerden biri Rhone Üzerinde Yıldızlı Geceler.
Van Gogh’un Otoportre, Tarlada Dinlenen Köylüler, Arles’daki Yatak Odası ‘da yine aynı odada görebileceğiniz eserler.

Nymphéas Bleus: Mavi Nilüferler, Claude Monet’in son 30 yılında küçük dairesinin bahçesinde yaptığı 250 adet Nilüfer tablosundan yalnızca biri. Monet, İzlenimcilik akımının en önemli liderlerinden biri. Ve tabii onu açık havada resim yapmaya teşvik eden Eugène Boudin olmasaydı belki de Monet stüdyosunda resim yapmaya devam edecekti. Öyle ki; en çok etkilenen, kendini geliştiren ve tarzını her seferinde genişleten ressamlardan biri kendisidir bana kalırsa. En popüler olanları bir kenara bırakırsak, çok çeşitli eserleri buna bir örnektir.

Son olarak Orsay Müzesi’ni bir diğer ünsüz ama etkileyici tablo ile kapatmak isterim. William Bouguereau’nun 1902 yılında yaptığı mitolojik yağlıboya tablo, Les Oréades. Bunlar; geyikleri ve yırtıcı kuşları oklarıyla avlamak için dışarı çıkan dağ perileri. Şafağın gelişiyle beraber gökyüzüne, yani kendi krallıklarına dönerken onlara şaşkınlıkla bakan üç geyik resmedilmiş. Orsay’ın hayatıma kattığı en şiirsel tablo olmuştur.

GUSTAVE MOREAU MÜZESİ

Paris’in 9.bölgesinde, Sembolist ressam Gustave Moreau’nun eserlerine adanmış bir sanat müzesi var. Burası ilk zaman sanatçının eviyken sonradan stüdyoya ve en sonunda müzeye dönüştürülmüş. İlk katında Moreau ve ailesine ait kişisel eşyalar bulunuyor. Çok yüksek duvarlar, sanatçının çoğu yarım kalmış yağlıboya ve suluboya eseriyle dolu. Zaten Moreau genellikle birçok resmini hep yarım bırakmış. Evi müzeye dönüştürme fikrinden sonra çoğunu tamamlamaya çalışmış ama yine de yarım kalan bir sürü çizim görebiliyorsunuz.
Resimlerini satmakla ilgilenmemiş, hatta çoğunu sergilememiş sanatçının evinin en üst katındaki stüdyoya, etkileyici spiral bir merdivenle çıkıyorsunuz. Fotoğraf çekmenin yasak olduğu müzede sahip olduğum tek fotoğraf bu güzel merdivene ait. Eserlerini satmaması elbette mimar bir babaya sahip olmasıyla tuzunun kuru olduğunu gösteriyor. 😉

Dönemsel olarak bazı özel sergileri de oluyor. Biz, Moreau’nun La Fontain Masalları için yaptığı suluboya çalışmalarına denk geldik. 35 adet çalışmanın hepsine hayran kaldık. Boyaların rengini ve canlılığını 21.yüzyılda bu derece koruyor olmasına ayrıca şaşırdık. Müzeden ayrılmadan önce La Fontain için yaptığı suluboya çalışmalarından bir kopyayı ve etkileyici spiral merdivenlerin posterini satın aldık.

Eğer küçük, dopdolu ve başlı başına sanat dolu bu müzeyi ziyaret etmek isterseniz, burayı Mortmartre’ye çıkarken planınıza ekleyin.

Son olarak; Paris’ten dönmeden önce herhangi bir markete girip bavula atmak için biraz ucuz şarap alın. Açtığınızda tadına, kalitesine hayran kalacaksınız. Seçeceğiniz herhangi bir Fransız şarabının kötü olması düşük bir ihtimal.
Ayrıca kuzeydeki Normandiya bölgesinde 18. yüzyılda üretilmeye başlanmış meşhur fransız küflü peyniri Camembert veya Rocamadour isimli keçi peyniri de Fransa’dan dönerken alınabilecek şeylerin en başında geliyor. Camembert yoğun kıvamlı ve alışılmadık kokulu geliyorsa, onu bir de ekşi mayalı ekmeğin içinde tost olarak tüketin. Tabii yanında bir kadeh Fransız şarabıyla..