YUSUFCUK’S 100 BUCKET LIST

Yusufcuk’s 100 Bucket List ‘i oluşturmayı çok uzun zamandır istemiştim. Aslında evdeki karalama defterlerinin bazı sayfalarında, çantamdaki minik not defterinde, telefonumun notepad’inde ve daha birkaç yerde aklıma geldikçe yazdığım yerler var. Çocukluğumdan beri doğa düşkünü olduğumdan listenin çoğu doğal oluşumlardan oluştu . Yine küçükken izlediğim national kanalları, gazete-dergi kesmeleri ve google maps çılgınlığımı da katarsak benim listem aslında 100’ü geçmiş durumda. Ama size seçtiğim ilk 100’ü yazıyorum. Hayatım boyunca gidip gördükçe listemin üzerini yavaş yavaş çizmeye başlayacağım. ( √ )

Haydi şimdi sizde benim listeme göz atıp aklınıza gelen ve en çok görmek istediğiniz yerleri aşağıya yazın. Hem benim listeme ek fikirler olsun, hemde dünyanın tüm güzelliklerinden haberdar olabileceğimiz bir fırsat olsun. Hatta sizde kendi bucket list ‘inizi oluşturun ve zaman geçtikçe listenize çizikler atın :))

 

YUSUFCUK’S 100 BUCKET LIST

  1. Özgürlük Heykeli, New York
  2. Empire State Binası, New York
  3. Alcatraz, San Francisco
  4. Yellowstone Ulusal Parkı, ABD
  5. Route 66, ABD
  6. The Rocky Mountains
  7. Kauai
  8. Oahu
  9. Antelope Kanyonu, Arizona
  10. Arches Ulusal Parkı, Utah
  11. Büyük Mavi Çukur, Belize
  12. Blue Lagoon
  13. Kuzey Işıkları
  14. Big Sur, Kaliforniya
  15. Trevi Çeşmesi, Roma
  16. London Eye, Londra 
  17. Golden Gate Bridge,
  18. Giant’s Causeway , Irlanda 
  19. White Cliffs of Dover, İngiltere
  20. Big Ben, Londra, İngiltere 
  21. Taj Mahal, Hindistan
  22. Keops Piramidi, Mısır
  23. Niagra Şelaleleri
  24. Spice Markets, Hindistan
  25. Hollywood Bulvarı
  26. Pisa Kulesi, Italya
  27. Louvre Müzesi
  28. Cliffs of Moher, Irlanda 
  29. Iguazu şelaleleri, Arjantin
  30. Kapadokya, Türkiye 
  31. Kapalı Çarşı, İstanbul 
  32. Table Mountain, Cape Town 
  33. Lions Head, Cape Town 
  34. Moulin Rouge, Paris
  35. Notre Dame Katedrali, Paris
  36. Sistina Şapeli, Vatikan
  37. Amazon Yağmur Ormanları
  38. Phuket, Tayland 
  39. Ko Phi Phi, Tayland 
  40. Koh Samui, Tayland
  41. Koh Phangan, Tayland
  42. Ko Tao, Tayland
  43. Exuma İsland, Bahamalar
  44. Plitrice Lakes National Park, Hırvatistan
  45. Vatnajokull Glacier Cave, Buzullar
  46. Old Delhi, Hindistan
  47. Cinque Terre, İtalya
  48. Duomo Milan, İtalya
  49. Pulpit Rock, Norveç
  50. Mole National Park, Gana
  51. Vietnam’da bisiklet yolculuğu
  52. Balina Köpekbalığı Dalışı, Avustralya
  53. Endonezya’da Java Vokanı’na trekking
  54. Coron’da yüzme, Filipinler
  55. Kopi Luwak tadımı, Endonezya 
  56. Pembe Göl, Avustralya
  57. Hobbiton, Yeni Zelanda
  58. Dos Ojos Cenote, Tulum
  59. Gran Cenote, Tulum
  60. Maldivler 
  61. Boracay, Filipinler
  62. Kawasan Şelaleleri, Filipinler
  63. Melbourne, Avustralya
  64. Margaret River, Avustralya
  65. Jellyfish lake, Palau
  66. Bacuit Archapelago, Filipinler
  67. Cebu, Flipinler
  68. Arashiyama, Kyoto 
  69. Hiroshima, Japonya
  70. Great Buddha, Japonya
  71. Osaka Castle, Japonya 
  72. Nara Geyik Parkı, Japonya 
  73. Halong Bay, Vietnam
  74. Gion, Kyoto 
  75. Fushimi Inari Shrine, Kyoto 
  76. Nyuto Onsen, Japonya
  77. Franz Josef Buzulu, Yeni Zelanda
  78. Kakadu Ulusal Parkı, Avustralya
  79. Ubud, Bali 
  80. The Twelve Apodtles, Avustralya
  81. Eiffel Tower, Paris
  82. Machu Picchu, Peru
  83. Angkor Wat, Kamboçya
  84. The Colosseum, Roma, İtalya
  85. Ölü Deniz, İsrail
  86. Kinkaku-ji Temple, Kyoto, Japonya 
  87. Tian Tan Buddha, Hong Kong
  88. Sydney Opera Binası, Avustralya
  89. Fuji Dağı, Japonya
  90. Tokyo
  91. Eltz casstle, Almanya
  92. Ryoan-ji Temple, Kyoto 
  93. Kiyomizu-dera, Kyoto 
  94. Itsukushima Shinto Shrine, Japonya
  95. Palawan, Filipinler
  96. Praslin Adası, Seyşeller
  97. Pinnawala Fil Yetimhanesi, Sri Lanka
  98. Tangalle, Sri Lanka
  99. Sahra Çölü
  100. Lord Howe Adaları, Avustralya

 

Hepsini ve daha fazlasını görebilmek dileğiyle 🙏

 

yusufcuk's bucket list

 

 

SARAYBURNU ve ATATÜRK HEYKELİ

Gülhane parkının laleleri arasından denize doğru ilerledim. Vapur sesleri duyulmaya başladığında her zaman en ileriye bakan görüntüsüyle Atatürk heykeline ulaşmıştım. Sarayburnu ‘ndaki bu heykel Cumhuriyet Türkiyesi‘nin ilk anıt heykeliydi. Avustralyalı heykeltraş Heinrich Krippel tarafından yapılan heykel, 3 Ekim 1926 yılında açılmıştı. Böylesi tarihi değere sahip anıtın daha özenli korunması gerektiği açıktı. Çirkin plakalar konmasa, boğazın görüntüsü anıtın ayakları altından çok güzel görünebilirdi. Birçok kimsenin olmadığı gibi yanımdan süratle geçen araçlarında bu heykelden haberi yoktu. Bulunduğu nokta aynı zamanda Atatürk’ün kurtuluş savaşını başlatmak için Samsun’a  çıktığı noktaydı. 

Heinrich Krippel’in diğer eserleri; Konya Atatürk Anıtı  (29 Ekim 1926), Ankara Zafer Anıtı  (24 Kasım 1927), Onur Anıtı (15 Ocak 1931), Büyük Utku Anıtı (24 Mart 1936), Oturan Atatürk Anıtı (1938) (Vikipedia – Heinrich Krippel)

Atatürk Heykeli, Sarayburnu

 

Sarayburnu’ndan İstanbul’u İzlemek

Hemen yakınındaki Sarayburnu çay bahçesi Istanbul’un en nadide noktasına kurulmuş. Sol tarafımda Sepetçiler kasrı, karşımda Galata kulesi, sağımdaysa Boğaz koprüsü salınıyor. Dolmabahçe her zamanki zarifliğiyle vapurları selamlıyor.  Kız kulesini soracak olsak, yine Galata’ya kırıtıyor. Şehrin en değerlileri bu noktada, her sabah birbiriyle bakışıyor. Deniz, mavi. Güneş tepede, saat öğlen iki. Vapurların köpükleri denize can verirken tepemde ucuşan martılar çığlık atıyor. Ayaklarımın dibinde kedi, güneşin tadını çıkartıyor. Istanbul’un en nadide noktasında çayımı vapurların sesleriyle yudumluyorum. Bir cay daha sonra bir tane daha. Istanbul çayla daha güzel, bunu anlıyorum.

 

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

SEVGİLİ LONDRA

Sevgili Londra, seninle 2008 yılında tanıştığımızda ilk yurt dışı deneyimim olduğundan ne yapacağımı şaşırmış, gerçek bir turist gibi tüm popüler yerlerine saldırmıştım. O Big Benler, London Eye lar, London Bridge ler fotoğraf çekmekten eskimişti :)) O zamanlar aynı evin küçük bir odasını paylaştığım arkadaşım Alev  ile beraber harika bir 3 hafta geçirmiştik. Şimdilerde; Ali ile beraber yeniden seni görmek istediğimizi hatırlayıp dolu dolu planlama yaptık birlikte. Bu sefer daha az turist olacaktık ikimizde. Gün gelip sana geldiğimizde gerçek yüzünü haşince gösterdin bize. Soğuktun Londra, çok soğuktun işte. Meğer tüm yıl zaten karamsar ve melankolik olan tavrın Şubatın bu birkaç gününde itici bir donduruculuğa dönüşüyormuş. O da bize denk geldi, iyi mi?

Londra Gezi Rehberimize müzelerle başlayalım… Gittiğimiz gibi eşyaları otele bırakıp British Museum‘a koştuk. Daha önce gezmediğim bölümleri de gezdim bu kez. Gerçekten aşırı yoruluyorsunuz çünkü çok büyük. Ingilizlerin farklı ülkelerden elde ettikleri eserler sergileniyor, mesela Türkiye’den Kütahya porselenler mevcut. Mısırdan alınmış mumyalara ağzınız açık bakabilirsiniz. Buradan çıkar çıkmaz bir başka önemli olan bir müzeyi ziyaret ediyoruz.  National Gallery. Burada da harika sanat eserleri mevcut. Birbirinden farklı tarzda resimler, muazzam çerçevelerle duvarları süslemiş. Yine çok büyük olduğundan iki müze ziyaretini farklı tarihlere yaymak mantıklı olan. Ama bizim ziyaret listesi biraz kalabalıktı, bu sebeple ilk gün biraz yorucu oldu.

Sıra dünyanın en çok ziyaret alan 7 müzesinden biri olan Tate Modern’ de. Modern sanat pahalıdır iddiasına kafa tutan, içerideki birçok eserin ücretsiz görülebileceği, yeri güzel, manzarası güzel, shop’u çok güzel müze. Binasını kırmızı telefon kulübelerini tasarlayan Sir Giles Gilbert Scott isimli mimar yapmış. Çok beğeneceğinizi düşünüyorum. Üst katındaki kafe de oturup Thames Nehrini izlerken bir fincan kahve için. Yorgunluğunuzu direk silip süpürecektir.

IMG_8645-horz

 

Notting Hill’ de Bir Cumartesi

Şimdi günlerden Cumartesi. Yani bugün pazar var. Nerede? Notting Hill’de. Portobello Pazarı ikinci el, vintage ve yeni birçok malzemenin satıldığı bir açık pazar. Undergrand ile Notting Hill istasyonunda inip dümdüz ilerliyorsunuz. Elinde pazar arabaları ile yürüyen insanları göreceksinizdir.

O gün neler bulacağınız bilinmez, her hafta farklı şeyler düşüyor pazara. Dikkat edin, bazı eskiler çöpten yeni çıkarılmış olabilir :)) Ama gerçekten birçok şey orijinal. Eski tenis raketleri, amerikan futbolu topu, deri boks eldivenler, çiçekli ingiliz porseleni çay kupaları, sütlükler, çeşit çeşit suni kürkler, kürk şapkalar vs. Çılgına dönmeniz an meselesi. Her tezgah ayrı heyecan. Ayrı bir kalp krizi nedeni. Yanınıza bolca nakit alın ki, beğendiğiniz o güzelim eşyaları ağlayarak tezgaha geri bırakmak zorunda kalmayın. Altın sikkelerinizi  Oxford ve Regent Street gibi caddelerdeki burnu iki karış yukarıda mağazalarda bitirmeyin. Altın sikke ne mi? Tabii ki pound sevgili dostum. Ingiliz Sterlini şurda 4.8 lira olmuş, ne sanıyorsun? Şişe su bile alsak pound hesabı yapmaktan manik depresif olduk. Hem bulduğun farklı eşyalara sevinip hem oflamak neymiş gidince anlarsın :)))

 

IMG_8794

 

 

 

IMG_8820

 

Turistik yerlere geçelim şimdi. Piccadilly Circus bunlardan biri. Güzel at heykellerinin önünde fotoğraf çektirmeden olmaz. Bu bölgelerden başlayıp Regent Street, ordan da Oxford Streete kadar yürümek gerek. Mesafeler uzun olsa da alışveriş yaparken ne farkederki :))

 

IMG_8707

IMG_8761-horz

 

Abbey Road, Beatles İçin;

On iki Şubat günü sabah erkenden St John’s Wood istasyonunda inip dümdüz yürüyerek Abbey Road’ a ulaştık. Burası Beatles’ın Abbey Road albümü için kapak fotoğrafı çektiği yaya geçidi. Artık yaya geçidi olmaktan çıkıp bir sit alanı olmuş gibi. Aynı zamanda studyoları da burada. Birçok Beatles sever buraya gelip studyo ziyareti yapıyor ve bu yolda fotoğraf çektiriyor. Kapak fotoğrafı bence Beatles albümleri arasında en iyisi. Bu da bizden bir hatıra kalsın :))

 

abbey-road_164958

 

WhatsApp Image 2017-02-22 at 16.36.18

 

Baker Street Yolunda

Pazar günü sakinliğinden faydalanıp o güzelim evlerin önünden geçerek istasyona geri yürüyoruz. Sırada baş tacımız dizinin kahramanı Sherlock Holmes’ün evi var. Diziyi takip edenler adresi bilir. İstasyon adı: Baker Street. Underground’ tan çıkınca karşınıza Sherlock un Heykeli çıkıyor. Tabi bunu gören Ali, 5’inci dedektif duruşu ile bana poz veriyor. Şip-Şak! Yola devam edip minik topluluğu görene kadar yürüyoruz. Sherlock Holmes ün müzesi önünde ufak bir kuyruk var. İçeriye belli sayıda insan alınıyor. Biri çıkana kadar da yenisi giremiyor. Biz en iyisi shop’a bir girelim diyoruz. Ünlü dedektife yönelik birçok hediyelik eşya mevcut. Sherlock şapkasından kibrite,dolma kalemden şemsiyeye kadar birçok şey var. Baker Street levhasında çok gözüm kaldı ama almadım. Dedim ya, cebinizden çıkacak paraya en çok dikkat etmeniz gereken şehirdesiniz!

 

Baker Street de 221B nin kapısından uzaklaşıp istasyona geri yürüyoruz. Şimdi büyük buluşmada sıra. 2008 yılında şans eseri yollarımızın birleştiği ve Brighton’da aynı odayı paylaştığım arkadaşım Alev ile bugün yani 30 yaşıma ayak bastığım ilk gün Hyde Park’ta buluşacağız. 9 yıldır onu görmemiştim. O uzun süredir Londra’da yaşıyor ve yeni evlendi. Hem onu sarıp sarmalayacağım, hem de eşiyle tanışacağım. Bu arada Hyde Park Londra’nın en büyük ve gözde parklarından biri. Yazın burada güneşi gören ingilizler çimlere yayılıp keyif yapıyor. Büyük kısmı da spor. En son gördüğüm zamana göre yılın bu mevsiminde çok boştu.

Doğum Günü

Gölün üzerine kurulmuş bir kafe de buluştuk sevgili Alevlerle. Nasıl özlemişim, o günler hakkında konuşmayı, komikliklerimizi :)) Hatta doğum günüm olduğu için çok şirin bir hediye bile aldım :)) Yanına iliştirdiği kartı, ömür boyu saklayacağım.

Gölün üzerindeki kuğular hakkında çok komik bir hikaye öğrendik. Şimdi bu güzel kuğuların Kraliçeye ait olduğunu ve onlara zarar vermenin bir devlet suçu sayıldığını burada yaşayan herkes bilir. Yakın zamanda bir adamcağız açlıktan kuğulardan birini kesip yemiş. Tabi ki ceza verilmiş ama hapse atılmaktan kurtulmuş. Çünkü adamcağız gerçekten çok fakir ve çok açmış. Adamın kuğuları kesip yiyecek kadar aç olmasına mı üzülsem, yoksa bu zarif yaratıkların Kraliçenin malı sayılması ve onlara zarar vermenin suç sayılmasına mı gülsem bilemedim.

 

IMG_8932

 

Londra’yı herkes için özel yapan şey göz alıcı dönme dolabı ve onu her saat başı selamlayan saat kulesi olabilir. Ancak bu şehri ”Benim Londra’m” yapan; kesinlikle Shoreditch bölgesi oldu. Sokak sokak klasik arabalarını aradığım mahalle halkını bile tanımadan sevdim, bağrıma bastırdım. Hafif tatlı telaşlı ama bir o kadar da dingin mahalledeki iyi kahveciler ve kahvaltı mekanları için bir sonraki yazımı okuyabilirsiniz. Aslına bakarsanız, yazıyı bile beklemeyin. Binin metroya ve Liverpool durağında inip yürüyün. O kırmızı klasiğe de benim yerime hayranlık bakışı atın :))

 

DIFC2189

 

 

Sokaklar duvar sanatçılarının imzasını taşıyor. Her köşe de harika grafitiler var. Sırf bu sebepten bile turist karşılıyor bu mahalle. Bu bölgeyi görünce Londra’nın sanat yönünü daha kuvvetli hissediyorsunuz.

 

Sevgili Londra

 

Bir diğer tüm gün keşif ve ”Benim Londra’m” bölgesi ise;  Broadway Marketten başlayıp, Columbia Road Flower Market ve oradan da Spitalfields’e doğru yürümek. Bu, Londra gezisinde mutlak surette yapılması şart olan bir rota. Sağlı sollu güzel sokaklar, evler, lokal kahveciler, sevimli butik dükkanlar, her biri birbirinden muhteşem kapılar var. İçinizin eriyeceği fotoğraf karelerini bu rota üzerinde yakalayacaksınız. Hani şu peşlerinden koştuğum, sokak sokak aradığım klasik arabalar vardı ya, bir kısmını da bu bölgelerde buldum, heyecandan öldüm :)))  Broadway Market to Spitalfields Photo Diary için tıklayın.

 

IMG_9157

 

Posta ve Müzikal

Sevgili Londra’ya gelip o tatlı posta kutularından kart atmamak olmazdı. Can arkadaş, mektup kardeş Caniko’ya (Sinem), Ali’ye (aslında kendime:)) ve de Zeno’ya, Farringdon Rd Post Office den kart attım. Ali de bana son gün Notting Hill deki postaneden attı :))  Elimize ulaşmayanlar olsa da, denemeye değerdi :)) 

Bu şehirde yapılacak en doğru şeylerden birisi Her Majesty’s Theatre‘de müzikal izlemek. Canım babam ve annemin doğum günü hediyesi, Phontom of the Opera‘ya en önden 2 biletti. Ömrüm boyunca hiç eskimeyecek ve hep hatırlayacağım bir deneyim yaşadım, duygusu kalbimde kaldı. Ne yapın edin, bu müzikali ömrünüzde bir kez izleyin.

 

 

 

Sevgili Londra

 

Güzel Londra postunu her şeyi tadında bırakmak ve yeni planlar yapmak için bitiriyorum. Bu yazının bitmesini bekleyen sevgili Didem’e selamlarımı iletiyor, Londra lokal mutfağı ve kahve-kahvaltı konseptli yazıyı okumanızı öneriyorum. (Londra yeme-içme rehberi)

Çok yakında yine görüşmek üzere Londra…

Seni seviyoruz…

 

 

Notting Hill, Londra

 

Fotoğraflar: Tuğçe TÜZÜN  –  Yiğit Ali TÜZÜN

BROADWAY MARKET to SPITALFIELDS PHOTO DIARY

Broadway Market’te airbnb den ev tutup aylarca kalasım var. Kanalın kenarında her sabah koşuya çıkıp hatta köpeğimi gezdirmek istiyorum. Soluklanmak ve günün ilk kahvesini içmek içinse köşedeki Market Cafe’yi seçiyorum. Cam kenarındaki yüksek sandalyedeki yeri her sabah 8’de rezerv etmek istiyorum. Okumaya devam et BROADWAY MARKET to SPITALFIELDS PHOTO DIARY

UBUD, BALİ

 

”Dağların ötesinden geliyorum dedi. Gören insanların topraklarından. İşte oradan, güneşe giden yoldan.” (Körler Ülkesi)

Sahip olduğunuz her şey için şükredin. Çocuklarınız için, eşiniz için, sağlığınız için, saksınızdaki çiçekleriniz için. Başınızı kaldırdığınızda görebildiğiniz kuşlar için. Şarkı söyleyebildiğiniz ve cırcır böceklerini duyabildiğiniz için. Sabah tanımadığınız birine “günaydın” deyin, bir anda mutlu olacaksınız. Bir kere yapın. İnsanlardan kaçmayın, somurtmayın. Birazcık gülümseyin, hepsi bu kadar🌻

Ubud, şükretmek demek bunu anladım. Her sabaha, her kahve çekirdeğine, her pamuk ipliğine ve hissedebildiğimiz iyi-kötü her şeye. Öyle güzel duygular ve farkındalıkla geri döndüm ki, devam ettirdiğim şehir hayatı sanılanın aksine beni daha az yormaya başladı. Önceden olsa geri dönünce üzülür, metrobüse biner sıkılır, en sevdiğin mekanlarda oturacak masa arar strese girerdik. Şimdi daha kabullenmiş ve nerede yaşamak zorunda olduğumuzun farkında olarak döndük. Nefes alabilmek için önce oksijeni solumamız gerektiği gibi ”iyi yaşamak” için bardağın dolu tarafını görebilmeyi öğrenmiş olarak geldik. Trafikten, kalabalıktan ve yorucu her şeyden iyi bir taraf keşfedebilmek. Veya bazı şeyleri olduğu gibi kabul edebilmek, her daim şikayet etmekten daha verimli ve yaşanılabilir kılmaz mı hayatı? İşin felsefe kısmına girmeyeceğim elbet, bu yüzden Bali yazısının devamı olan Ubud için söze başlıyorum.

Sırada şu çok ünlü, dünyanın en pahalı kahvesi olan Luwak Coffee için bir tadım merkezine geliyoruz. Kahve çekirdekleri, vanilya, kakao ve birçok özel bitkinin ağaçlarını tanımakla başlıyoruz. Bu özel kahvenin yaratıcısı minik sansarları görüyoruz kafeslerde. Farklı aromalarda kahve tadımı yapıyoruz. Luwak Coffee hariç tüm tadımlar ücretsiz. Luwak ise 5$

Satın almak isterseniz 50gr’ı 60 tl falandı. Biz almadık. Aldığımız birkaç çay çeşidi ve kahve alışverişleri için bile tüm Bali alışverişlerine yaklaşacak tutarda ödeme yaptık. Sanırım en pahalı harcamamız burada oldu :((

Sırada  Pura Gunung Kawi var. Burası çok büyük bir kutsal mekan. Yine içeri girerken sarong bağlıyorsunuz belinize. Bu tapınağın içindeki hava inanılmaz pozitif ve sakin. Gerçekten huzurlu bir mekan. Bunu kemiklerinize kadar hissedebiliyorsunuz. Aynı zamanda Kutsal Su Tapınağı denilen bu tapınakta birçok çeşme var. Kadınların ve erkeklerin çeşmeleri farklı. Bazıları bu çeşmelerin altına girerek yıkanıyorlar. Dilek diledikten sonra havuzun içine bozuk para atmak adetten. Yanımızda hiç bozuk para olmadığı için bir önceki hıdrellezde kurdele ile sarılmış uğur paramızı söküp attık Ali’yle. Arya’ya bunu açıklamakta zor oldu tabi. Bu para neden kurdeleli, havuza ne atıyorsunuz? :))) Umarım dileğimiz tepetaklak olmaz :))

Arya’nın bizi son olarak götürdüğü Tegalalang Rice Terrace, inanılmaz güzeldi. Bali’de heryer pirinç tarlası ancak burası için en gösterişli olanı diyebiliriz. Çok erken saatte gelebilirseniz daha sakin fotoğraflar yakalayabilirsiniz.

 

 

Blue Karma Hakkında

Otele vardığımız pilimiz bitmiş, hava kararmıştı. Fakat bahçeye girer girmez bir anda canlandık :)) Evet bekar arkadaşlar; balayında nereye gidelim nerede kalalım dediğinizi çok sık duyuyoruz. Size vereceğimiz cevaplardan 2.si Blue Karma Ubud oldu. Birincisi için; tıklayın ;)) Burası küçük, yeterli, sevimli, sakin, kolay ve rahat bir butik otel. Otel full dolu iken bile havuzda yalnız olabilmek bir lüks. Nasıl oluyor, bizde anlamadık.

Otel genel alanında restoran, havuz, resepsiyon ve odalara ulaşım çok rahat. Avista Hideaway gibi dolambaçlı değil. Odalar bir harika! Farklı boyutlardaki bungalow da sabah uyanır uyanmaz kapımızı açtığımızda terlik giyme zahmetine girmeden çimlere basmak. Birkaç adım attıktan sonra otelin bitişiğindeki pirinç tarlasına günaydın demek ve verandada ormana doğru sabah yogası yapmak. Anlatamayacağım kadar mutluyduk. Her sabah taze bir gün olduğu kadar, mutlu bir gündü. Gün, 6:15 te doğuyordu ve tüm ada bu saatte uyanıp güne başlıyordu. Bir insan nasıl bu kadar enerjiyle uyanır? Uyanır uyanmaz yapraklardan süzülen gün ışığını yüzümde hissettiğimde yaptığım şey; güneş dansı yapmaktı. Gülebilirsiniz 🙂 Ama bana göre bu; kesinlikle mutluluğun göstergesiydi. İnsan ancak çok mutluysa sebepsizce dans eder, değil mi? :)) Her sabah çimlere basıp koşuşturmak, bazen görevliler tarafından yakalanmama sebep oluyordu. Karşılıklı gülümsemeler, kıkırdamalar, good morning ler havada uçuşuyordu. Ne güzel bak, mutluluk bulaşıcıymış!

Monkey Forest

Bugün çok ama çok meraklı bir yere gidiyoruz :)) Kutsal maymun ormanı! Monkey Forest, Ubud merkeze çok yakın bir bölgede. Merkezden yürüyerek gidilebiliyor. İçeri giriş cüzzi bir ücretle. Girdiğiniz gibi irili ufaklı maymunlarla karşılaşıyorsunuz. Muz satan bir stant var, muz alın ama hemen çantanıza koyun. Görürlerse hemen size doğru koşuşturuyorlar. Panik olabilirsiniz :))  Buraya Ali’nin panik videolarını eklemeyi çok isterdim ama neticede kocam :)) Minik olanları gözünüze kestirin ve çantanızdan muzu çıkartıp elinizde tutun. Hiçbir kötülük yapmadan üstünüze çıkıp muzu alıp iniyorlar :)) Amaç sadece muza ulaşabilmek 🙂 Bununla ilgili bir videomu buraya iliştiriyorum, izleyiniz 🙂

Sari Organic Yolunda

Ertesi gün, Ubud’a gelmeden önce araştırarak bulduğumuz ve çok tavsiye edilen bir restoranı görmek için yollara koyuluyoruz. Burası merkez de değil, hatta yol üstünde bir yerde de değil. Haritadan baktığınızda pirinç tarlalarının orta yerinde bir yer gibi duruyor. Ne şanslıyız ki otelimizden buraya giden bir patika yol mevcut. Genelde sadece bir kişinin yürüyebileceği genişlikteki patikayı yayalar, bisikletliler, bazen de motorlar kullanıyor. Tabi ki en başta Ali’nin tereddütleri vardı. Ama ben Japonya’da bile en gizli tapınakları elimle koymuş gibi bulan biri olarak kendime güveniyorum. Ve tabiiki telefonumun navigasyon mucizesine :))

Yürüdükçe patika güzelleşti. Yürüdükçe harika villalar, minik resim galerileri ile karşılaştık. Yeşilin elli tonu, okula giden sırt çantalı minik balililer ve bisikletle işine giden amcalar teyzeler gördük. O kadar çok yürüdük o kadar yorulduk ki, yorgunluk-mutluluk birbirine karıştı. Burası Ubud’un çekirdeğiydi ve diğer her yer buradan büyümüştü. Burası sanki Alice’in içine düştüğü çukur gibiydi. Ördekler, kulübeler, cafe mi meditasyon evi mi karar veremediğimiz mekanlar, sükunetle enerjinin karma karışık hissi vardı. Üzerinde yürüdüğümüz patikanın bu dünyada asla ve asla var olmayacak kadar ruhani olması garipti. Eğer biz Alice harikalar diyarındaysak, lütfen kimse bizi bu çukurdan çıkarmasın!  Hissettiğimiz tam olarak buydu. Eğer bu patikayı keşfetmemiş olsaydık, Ubud bizim için biraz daha farklı olabilirdi.

Kim burada yoga yapmak istemezki? Babam buradan geçiyor olsaydı eminim o bile isterdi :))) Sonunda istediğimiz yere ulaştık. Ve pirinç tarlasına sarkan balkondaki bir masaya kurulduk.

Ubud Merkezde harika bir nilüfer bahçesi var. Gizli biraz. Ama kime sorsanız gösterirler. Gezmeden geçmeyin.

 

Yine gelmeden önce merak ettiğimiz yerlerden biri de Goa Gajah Temple’dı. Fil tapınağı olarak da geçiyor. İlginç bir mağara. İçi küçücük. Görünce bu mu yani dedik ama dışı gerçekten orijinaldi. Buraya da otelden taksi ayarlayarak ve gezi boyunca bizi beklemesini söyleyerek gittik. Bali’ye gelip yapmadığımız için çok ama çok üzüldüğümüz şey neydi? Kesinlikle ağaç oymacılığı üzerine yeteri kadar yer gezmemiş olmamız. Bunun için ayrı bir bütçe ayırarak buraya gelmek gerekli. O kadar iyi sanatçılar ki, yaptıklarını görmeniz gerek. Kapılar, masalar, sehpalar farklı birçok büyük ev eşyaları. Evinize gönderim konusunu sakın dert etmeyin, her şeyi düşünüyorlar. Sadece acele etmeyin yeter.

Gootama Sokağı

Ubud merkezde barlar sokağı gibi bir sokak var. İsmi Gootama. Bu sokaktaki tüm restoranlar harika. Hepsini tek tek yazamasam da (bir çoğuna girdik) keyifliydi. Fakat yoğun saatleri var. Özellikle akşam yemeği saatlerinde bunların birçoğu full oluyor. Mesela tripadvisor mükemmellik sertifası olan Biah Biah için öğlen saatlerini tercih etmiştik. Ayrıntılı halini Bali Food yazısından okuyabilirsiniz.

Ve yine aynı sokakta bitişik restoran. Burada harika ballı, çubuk tarçınlı özel karışım bitki çayları var. Dikkat edin, bazen çubuk tarçınlara karıncalar ortak olabiliyor.

Her şeyiyle kalbimizi kazanan Bali ve özellikle Ubud… Tavsiyeler konusunda yine Ebru’ya ve Nihan’a teşekkürler. Buradan yolu geçenler olarak onlarda kalplerinden bir parçayı Ubud’da bırakmışlar. Tüm Ubud severlere ortak dileğim, yolumuz en kısa zamanda tekrar düşsün inşallah! Hatta hep birlikte :))

Teşekkürler: Nihan Küfteoğlu Cengiz, Ebru Koru

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

Video:

SEVDALUK KARADENİZ

Geçen seneki gibi yine Trabzon havaalanından araç kiralayarak Rize-Çamlıhemşin’e bu kez 4 kişi geldik 🙂 Bu tatili aylar öncesinden planladığımız için heyecan dorukta, daha öncesinde Karadeniz in büyülü havasını yaşamamış can dostlarımıza buranın güzelliklerini bir yandan anlatıp bir yandan gösterebilmek için yarışıyoruz adeta Ali’yle 🙂 Programlıyız, telefonlarımıza yüklediğimiz Karadeniz şarkılar arabamızda ince ince çalıyor. Eşlik eden biz, göz bebeklerimizden yansıyan yeşilin her tonu ile gülücükler saçarken ”yeniler” yolun çetrefilliğinden bihaberdi.
KaradenizKaradeniz 2

İlk durak elbetteki Çinçiva köyü. Çinçiva Kahve yol yorgunluğunu atmak,iyi demlenmiş çay içmek için en güzel yer. Karnımız da acıkınca çayın yanına en iyi ne gider? Ekmeğimi banıcam nerde benim muhlamam??  :)) Yolumuz daha uzun. İlk gün Gito’ya çıkacağız. İkinci gün Pokut’a. İkiside buradan ortalama 1 saati buluyor. Yol zahmetli. Gito yolu Pokut’a göre nispeten daha iyi olsa da yukarı çıkarken telefon edip birşey lazım mı diye sormakta yarar var. Zaten telefonda çekmiyor yukarılarda. Tam biz bizeyiz 🙂 Biz en iyisi biraz ekmek alıp yola koyulalım 🙂 Aaa bu arada çinçivada yol kenarında teyzeler çok güzel işler yapmışlar. Ayaklarınız üşümesin diye patikler alabilirsiniz. Ben daha önceki ziyaretimde aldığım için bu sefer bu başımdakini aldım 🙂 Bence hepsi benim olmalı :))

 

_MG_0245-vertÇinçiva Köyü, KaradenizPokut, Karadeniz

Yine Pokut Yollarında

Gito’yu bir önceki yazımda anlatmıştım. Okumak için buraya tıklayabilirsiniz. İkinci gün heycanla Pokut’a çıktık. Dediğim gibi yol daha zorlu. Kesinlikle 4×4 bir araçla çıkılabiliyor sakın normal araçla çıkmaya çalışmayın. (Eğer bir offroad çu değilseniz). Ali geçen yıldan bu yana Ahmet amcayı dilinden düşürmediği için çok heycanlı 🙂 Yasemin de bizi bekliyor. Ahmet amca ve Yasemin Pokuttaki Plata’da Mola yayla evinin sahipleri bir baba-kız. Geçen yılki Pokut yazımı buradan okuyabilirsiniz. O leziz yemeklerin tadı hala damağımızda,akşam ne pişiyor heyecanı zorlu yolda bir nevi telkin oluyor bana. Bu arada yemeğimiz de şöyleydi 🙂

Platoda Mola, Pokut, Karadeniz

Yukarı çıkınca Ahmet amca bizi karşıladı. Sohbet, sıcak çay.. Evimizdeyiz.. Mis gibi Pokut. Mis gibi manzara. Hava bize kıyak yapmış,sis yok. Öyle ki burada sis yoksa şanslısınız demektir. Yoksa bazen gelen misafirler açık hava görmeden gitmeleri gerekebiliyor. Ama biz onlardan hiç olmadık 🙂

20160620_124014-vertPokut Yaylası, Karadeniz20160620_084950-vertPokut Yaylası, Karadeniz

Akşamüstü Ahmet amca bizi yürüyüşe çıkardı. Ev ahalisi (konaklayanlar) hep birlikte aldık kameralarımızı peşi sıra sıralandık Ahmet amcanın. Gün batımını izlemekti amaç. En güzel yerden. Yani ”bulutların üstünden” Görüntü inanılmayacak güzellikte. Güneş hiç görmediğim kadar büyük. Kendimi bulutların üstüne bırakmamak için savaş verdim diyebilirim. Burası gerçek anlamda büyüleyici! Ey gidi Karadeniz.

IMG_9617-vert

Eğer yoga yapıyorsanız, çok kıymetli bir yer burası. Alın matınızı, sabah erkenden çıkın kırlara, beğendiğiniz bir manzaraya serilin. Huzurun altın anahtarını bulacaksınız dağlarda. Tepede bir kayanın üzerinde, ormana bakan yamaçta, bulutlara bakan tahta bir bankın üzerinde veya Plato’da Mola‘nın o güzelim verandasında gevşeyin, huzur bulun. Huzur Pokut’ta.. Huzur yoga’da. Huzur içimizde ;))

IMG_9870-horz-vert

IMG_9938-vert

Pokutta Geyik mi varmış? Videosu için tıklayın ;)))) – Ormanda yürüyüşe çıkan 2 genç kızın manzarasızlığı 😛 Havada sis varsaaa 🙂

Pokutta sıradan bir sabah videosu için tıklayın.

 

Fotoğraflar: Sinem Güneş Sedef – Gökay Sedef

                          Yiğit Ali Tüzün – Tuğçe Tüzün

 

Sevdaluk Karadeniz

 

 

BULUTLARIN ÜLKESİ, GİTO

Geceleri uyurken koyun saymak gibi birşey bu… Yayladaki inekleri saymak. Sabah gün doğumuyla uyanır, evin tahta verendasını fazla ses etmeden geçer kırlara çıkarsın. Eğer şanslıysan, gökyüzü mavi, güneş ısıtıyordur. Şöyle bir gerinip karşı dağları seyredebileceğin uygun bir düzlük ararsın kendine. Uykudan halen açılmamış gözlerin güneşe alışmaya çalışır. Derken aşağı evden teyze inekleriyle beraber çıkar. Peşi sıra ilerleyen hayvanlar en taze ota yürürler. Teyze de peşlerinde. Mesela bu teyzenin on tane ineği var. 5’i siyah 5’i kahverengi. Başını az uzaklara kaldırınca yemyeşil çayırda otlayan komşu inekleri de görür saymaya başlarsın istemsiz. Burada böyle. İnekler sayılır, sayarak ayılır insan sabahları. Kuşların ise en güzel ötüşleri yine günün bu saatlerinde olur. Onlar birbirlerine günaydın şarkısı söyleyip ötüşürken, inekler taze ot peşinde gezinip çanlarını oynatır. Duyup duyabildiğin tek ses bunlar olur sabah yaylada. Uzunca bir vakit izlersin, sonra soldan bulut bulut beyazlar gelmeye başlar. Eee burası Gito, yani ”Bulutların Ülkesi.” Gelecekler tabii…

Gito Yaylası, KaradenizIMG_9406-vert_MG_0325-vert

Nerede kalınır? Gito Yaylası’na geliyorsanız kalacak tek bir yeriniz var demektir. KOÇİRA… Sahipleri Serhan ve Tugay abi evlerinin kapılarını doğa sever,türkü dinler misafirlere açmışlar. Bir de Koçira’nın delileri varki dillere destan  🙂 Biz geldiğimizde Serhan abi evde değildi ama Tugay-İbrahim-Sinan abi kalbimizde yer etti.

Evin patronlarından Tugay abi; çok cool, dolu dolu bir adam. Entellektüel yanı Karadenizli kimliğine karışmış, harmanlanmış  harika bir kişilik ortaya çıkmış. Elinde her daim bir kitap görebilirsiniz. Yemekler Tugay abiden, bir de nefis çorba yapıyor, yanına da ekmek pişiriyor ki sorma. 6 ay yaylada kalarak insanlara yardım ediyor. Yardım derken; insanların sıfırlamaları konusunda 😉 Çünkü buraya çıkınca herşeyi bir kenara bırakıyor insan.

Uzun saçlı komik adam İbrahim Abi; dünya adamı,yaşamaya gelmiş. İlk görüşte sert. Ama bize sökmez,bizde Artvinliyiz :))) Kaldığımız süre boyunca esprileriyle karnımızı ağrıttı. Konuşmamız sırasında şu şehir,bu köy diye konuşurken heryerden hikayeler anlattı. Görmediği yer kalmamış sanki. Yaşının iki katı yaşamış gibi. Kızdırmayın, alırsınız ağzınızın payını :)) Koçiranın delilerini denge tutan son mohikan, İbrahim abimiz iyiki seni tanıdık 🙂

Vee Sinan Abi.. Yurdum insanı. Uzaydan gelmiş gibi herkes için bir şeyler yapmaya çalışan bir bestekar. Öyle iyiki, doğa için, memleketi için, insan için yaptıkları bir kitap olur yazılır da yazılır. Aşık ve üretken. Konuştukça deşilen, deşildikçe derinleşen ve büyüyen bir adam. Hani Kyoto’daki huzurlu ejderha tapınağındaki 14 kayadan 15’inci kayayı görmeye çalışan insanlar vardı ya, Sinan abi orada olsa o kayayı görürdü işte. Öyle bir hissi güce sahip. Senede 2 defa Kürk Mantolu Madonnayı okumayı adet etmiş ve birbirinden dinlenesi besteleri yazan bu adam, HES için 40 gün yürüdüğünü anlatıyor. Hikayeleri büyük, kendisinden dinlemeli.

İsimlerimizi soruyor Sinem ile benim. Sonra diyor ki; ”çok şehirli isimleriniz varmış”… Demesinden belli ki özünü seven, değişmememiz gerektiğine inanan ve toprağını koruyan bir avuç insandan biri. Yaptığı bestelerde aşk yoktu,olmamalıydı. Sevdaluk olmalı, sevdaluk olmayan aşklara karşıydı. Ben diyordu, kabul edemiyorum. Tugay abi, pozitif değişimden yanaydı, gelişmeliydi herkes. Ama o ”beni anlamıyorlar” deyip susuyordu. Gençler neden türkü söylemiyor? diyordu. Türkü öğrenin çocuklar.. türküler bizim özümüz..

Gito yaylasıIMG_9323-vert

Akşam nefis yemeğimizden sonra İbrahim Abi ve Sinan abi türküler söylediler bize, sazlar çalındı.. Laz, Rumeli, heryerden.. ”Çocuklar türküleri sevin” diyen Sinan abi, ”bizde bu yola jazz la başladık ama biz ettik siz etmeyin” diyordu gülümseyerek. Bildiklerimize eşlik ettik, bilmediklerimize şaştık kaldık. Öyle içten sözler, öyle duygu dolu melodilerle birleşmiş. Meğer yaratıcıları Sinan abi ve Koçira Korusu imiş. Her yıl İstanbul ve Ankara’da belirli bir yerde konser yapıyorlarmış. Birbirimize söz verdik, ilki nerede olacaksa gidip tekrar dinlemek için.

IMG_9256-vert

Sabah evin köpeği Garip ile yürüyüşe çıktık. Bizi korumak için önümüzden yürüyor, kendini sevdirmek için tüm sempatikliğini kullanıyordu. Bu Garip’in garip bir huyu daha var, yürüyüşe çıkardığı insanlar tehlikeli işlere giriştiklerinde avaz avaz havlayıp oradan oraya koşturması. Size bir şey olacak diye bu derece korkan bir anneniz bir de bu Garip işte 🙂

Öğleden sonra da Sinan abimizle dağları dolaştık biraz. Orman gülleri arasından manzaralar seyrettik. Kayaların üzerindeki bir tutam yosunun üstünde açan çiçeklere hayran kaldık. Dağdan akan suyu içtik, yeşil düzlüklerde soluklandık. Bolca yaşamaktan konuştuk, yaşamın ta içinden, şiirlerden, ozanlardan bahsettik..

IMG_9538-vert

18/06/2016 tarihindeki notlarımdan alıntı;

Dumanın arasında 2050 metre yükseklikteyiz. Artık ağaç kalmadı. İneklerin çan seslerini burada, sobanın başında oturduğum sıcacık taburemden duyuyorum. Fonda bir Karadeniz türküsü var. 15 dakika sonra yemek hazır olacakmış. Kokular mis gibi. Pişen yemekler sıcak kalsın diye sobanın üzerine konulmuş,hala kaynıyor. Yedek odunlar sobanın altına sıralanmış. Ali uyuyakaldı,her zamanki gibi 🙂 Sinem; gözlerime inanamadığım şekilde kitaba dalmış, okuyor. O da kendine şaşırmış ama içgüdüsel istemiş buraya gelince, öyle diyor 🙂 Gökay; başta kitap okuyordu, belliki kitap sıkıcı. Şimdi sadece düşünüyor ”evin arkasına kesinlikle bir bez germeli evet,Sinem’de üstüne kocaman bir resim yapmalı” 🙂 Odada bizden başka 4 kişi daha var. 3’ü uzanmış yemek saatini bekliyor. Asında bende uzanmak istiyorum ama hakkımı yemek sonrasındaki rehavetimde kullanacağım. Sonra mis gibi tavşan kanı bir çay. En sevdiğim. Hele burada, bu gökyüzüne en yakın yerde.. Herşey daha güzel, daha samimi ve sıcak. İneği, köpeği, insanı, bulutu, bacası, çayı, çorbası.

20160619_104948-vertIMG_9501-vert

”Dönmek için gitmek gerekir.” dedi İbrahim abi, çok doğru. O yüzden bizde gitmek zorunda kaldık Gito’dan. Tekrar gelmek üzere. Ayrılırken arabanın yanına geldi üçüde. Sinan abi bizi unutmayın sakın çocuklar diyordu. İbrahim abide Tugay abide sarıldı bize, ”yine görüşeceğiz elbette” diye. Buradan ayrılmak zor oldu. Bulutların yaylası,başında bulutun eksik olmadığı tepe. Koçira Delileri olmadan tadı olmayacak Gito. Hepsini iyiki tanımışız, sevmişiz.

Son olarak; sevgili İbrahim abimin sözleri ile…

– ha bu bulutlari siza yorgan edeceğum..

IMG_9485

 

Fotoğraflar: Sinem Güneş Sedef – Gökay Sedef

                         Yiğit Ali Tüzün – Tuğçe Tüzün

 

Video için tıklayın. – Sabah sallanması 🙂

FUSHIMI INARI, KYOTO

Turuncu Toriler

Yemyeşil bir ormanın içinden bir dağın tepesine turuncu kapıları geçerek tırmandığınızı düşünün. Burası bence Japonya’nın en güzel şinto tapınağı. Bu turuncu kapılar, yani toriler eskiden pirinç ve sake tanrısına adanıyormuş. Sonralarda ise başarılı iş adamları ve şirketler adak adayarak isimlerini bu kapılara yazdırıp koyduruyorlarmış. Fushimi Inari de dilek dileyenlerin dilekleri olunca isimlerinin yazılı olduğu bir kapı adıyorlarmış. Böyle böyle Kyoto’daki Inari dağının tepesine kadar binlerce kapı oluşmuş.

Fushimi Inari, KyotoFushimi Inari, Kyoto

Kyoto’nun en eski ve en popüler tapınaklarından biri burası. 24 saat açık ve giriş ücreti yok. Çok erken bir saatte gelmek mantıklı, yoksa okul kıyafetleriyle öğrenciler tapınak ziyaretine geliyorlar. Biz sabah saat 8 gibi gelmemize rağmen öğrenciler vardı.

Bu uzun yürüyüşü katlanılabilir hale getiren ara duraklar var. Buralarda çay içebilir veya mum yakarak dilek dileyebilirsiniz.

IMG_7207-vert

 

Şehrin kültürel benliğinde yer etmiş bazı bölgeler özellikle ziyaret edilmeyi hakediyor. Zamanın olmadığı içsel bir yolculuk için yüzlerce turuncu kapının olduğu Fushimi bölgesine gelmeniz size çok kıymetli anılar kazandıracak.

IMG_7263-vert

IMG_7289

 

(5 Nolu otobüs ile Fushimi Inari Taisha durağı.)

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

ADANA’DAN HATAYA LOKMA LOKMA

Düğün sezonunu Hatay’da açtık bu yıl 🙂 Hatay, Adana ya yakın olunca bir lezzet gezisinden alamadık kendimizi. Böyle olunca gitmeden 1-2 gün az yiyelim de orada telafi ederiz mantığıyla Hatay uçağına biraz midemiz boş bindik 🙂 Neredeyse uçaktan iner inmez Uzun çarşı’ya yol aldık. Hatay’da vaktimiz kısıtlı, ufak bir şehir turu ve yemek sonrasında düğün için hazırlık. Uzun çarşı, kapalı çarşımıza benzeyen ve yerel ürünlerin satıldığı, lokantaların olduğu bir çarşı. Mis gibi güneşte kurutulmuş biber salçasının kokusu, domatesin rengiyle yarışırken,gözümüz yan taraftaki künefecide 🙂 Evin 6 aylık salça alışverişini yaptıktan sonra sonunda karnımızı doyuracağımız Kasap’a ulaşıyoruz. Biraz şans eseri aslında. Dışarıdan bakıldığında bir minik bir kasap gibi duruyor. Fakat içeri girdiğimizde bir restoranla karşılaşıyoruz. İsmi: POC KASABI Siparişlerimiz belli. Bir tepsi bir kağıt kebabı :)) Hemen buz gibi bakır kapta ayranımız geliyor yanında yeşilliklerle. Off off diye diye yiyoruz afiyetle :))

Tıka basa doyduktan sonra sıra tatlı da. Onun içinde yine çarşı içinde közde pişirilen bir tatlıcının dükkan önündeki minik taburelerine oturuyoruz. O nefis künefeyi yerinde yedikten sonra yönümüzü Saint Pierre Kilisesine çevirdik. Dağın içine doğru taşlar oyularak oluşturulmuş minicik bir kilise burası. Görülebilir de görülmeyebilir de 🙂

IMG_8032IMG_8044IMG_8042 IMG_8049-horz

Otele dönüp hazırlık yaptıktan sonra Hatay düğününün nefis mezeleri eşliğinde eğleniyoruz. Güneş ve Aline tekrar mutluluklar diliyorum canımlar 🙂 Yarın, Adana’dayız. Elimde lezzet dolu bir liste var 🙂 Sabahtan gece uyuyana kadar yemek yiyeceğiz :))

IMG_8082

Sabah otelden ayrıldığımız gibi Adana’nın yolları taştan,sen çıkardın beni baştan edalarıyla yola koyulduk. Zaten mesafe 190 km civarında. Yani Adana’ya vardığımızda baya acıkmıştık. Kahvaltı mekanımız; Birbiçer Ciğer 🙂 Adana’ya göre ciğer için geç bile kalmıştık aslında. Yine her restorandaki gibi yeşillikler bol bol geldi masamıza, ayranda yine buz gibiydi. Bir porsiyon 7 şiş. Ciğerler nefis. Ye yiyebildiğin kadar, koy şişini kenara.

IMG_8158

Biraz şehir turu lazım şimdi bize. Gelmeden bloglardan araştırmıştım biraz. Gezilecek birkaç yer var listemizde.

Adana Ulu Cami

Sabancı Merkez Camii

Taşköprü

Adana Merkez Park

Hepsi birbirine yakın. Zincirleme geziyoruz. Eğer vaktiniz varsa Arkeoloji Müzesini de gezin derim. Adananın simgesi Seyhan Nehri üzerindeki muhteşem Taşköprü gelenlerin fotoğraf çektirmeden gitmemeleri gereken yerlerden en önemlisi bence. Roma döneminden kalmış. Çok yakın bir zamana kadar araç trafiğine açıkmış ama artık kapatılmış. Bu köprü dünyada halen kullanılan en eski taşköprü olma özelliğini taşıyor. Tarihi değeri olan bu köprüden geçerek Merkez Camii ne doğru yürüdük. Oradan da Adana Merkez Parkı. Ben buranın böyle güzel olabileceğini hiç tahmin etmemiştim. 33 hektar büyüklüğündeki bu güzel parkın içinde gezmek,çimlerde yuvarlanmak, çiçekli bahçelerinde yürümek, havuzlu köprülerinden geçmek çok ama çok keyifliydi. Tertemiz, bakımlı ve zevkliydi. Ama yavaş yavaş susamaya başladık. Galiba lezzet listemize bakıp serinleme vakti gelmişti :))

20160521_125352

IMG_8160IMG_8168IMG_8279IMG_822320160521_133426IMG_8179IMG_8218IMG_8193

Kazım Büfe

Vedat Milor’un Adana seyahatindeki en beğendiği noktalara göre listelediğimiz durakların 2.si Kazım Büfe. Gazipaşa bulvarı, Toros caddesi üzerindeki bu büfeye vardığımızda önünde gördüğümüz kuyruk daha denemeden lezzetini belgeledi aslında bize. Biraz sıra bekledikten sonra serin, tadı damağımda, kalbimi çalan MUZLU SÜT ‘üm geldi. Bir muzlu süt fanı olarak bu lezzete deli oldum desem yeridir. Sanırım keçi sütüyle yapılıyor. Ve bir porsiyonu 1,5 bardak olarak veriliyor. Bıyıklarda birikmiş süt herkesi gülümsetirken, Adana’da serinlemenin en güzel yolunu bulmuş bulunmaktayız. Kazım Büfe, en kısa zamanda yine gelicem bütün sütlerini bitiricem, görürsün!

IMG_8289

En Lezzetlisi

Şimdi karnımız yavaş yavaş tekrar acıkıyor. Aslında açlık değil bizimkisi aç gözlülük. Elimizdeki listeye bakıp Şırdancı BEDO’ya doğru yürüyoruz. Buarada Adana’yı bugün yürüyerek dolaştık, hava iyiki fena sıcak değildi. Beyler ‘şırdan şırdan’ diye tezahüratta iken biz sevgili can dostum Sinem’le Adana’nın en eski kebapçısı Mesut’u arıyoruz. Şırdancı henüz hazır değil, masalar kuruluyor. Bu yüzden önce Mesut’a geçiyoruz.

Gezdiğimiz her yer esnaf lokantası kıvamında yerler. Lüks beklemeyin sakın. O tarz yerlerde var evet büyük caddelerde beyaz örtüler serilmiş masalarında kadehleri su doldurulmuş insanlar, servis edilen yemeklerini lokmalıyorlar, gördük. Ama bizim yediklerimizi yiyebilmek için ülkenin birçok yerinden insan bu şehre akın ediyor. Ellerine bu lokantaların adreslerini yazmış, sokak aralarında hatta sanayi içlerinde bu lokantaları arıyorlar. Lezzeti, ustalığı ün salmış lokantaların müşteri kaygıları yok. Fakat kaygıları yok diye de saygısından veya hizmetinden, güler yüzlerinden geri kalmamışlar. İstanbul da ve birçok büyük şehirde malesef bu sorun var. Eğer ismini sattığınız bir yer işletiyorsanız belli müşteri kitlesi rahatlama yaratabilir. Müşteri kaygısı olmayan kaba personeller isminize leke sürebilir.

Kebapçı Mesut, lezzet avcılarının iyi bildiği, kendini kanıtlamış bir halk lokantası. Ustası hakiki usta. Hatta birçok ustaya ustalık yapmış mezun etmiş ancak yine de onun gibi olamamış kimse. Gülen yüz ve samimi yaklaşımla kendinizi annenizin mutfağında en sevdiğiniz yemeği yerken hissedebilirsiniz. Boş tabağı uzatarak ”anne bir tabak daha” diyecek gibi olmanız muhtemel. Öyle de oluyor. Aç beyler şırdanı beklerken bizim tabaklarımıza sulanınca amca oradan ”vermeyin yahuu” diyor gülümseyerek 🙂 Bir süre sonra bizi orada bırakıp Şırdancı Bedo’ya gidiyorlar. Bizde fırsat bilip tam birer porsiyon daha isteyecekken amca yaklaşıp ”doymadınız değil mi? En iyisi ben size bir porsiyon daha getireyim” diyor tüm sevimliliğiyle. Hah, tam ağzımızdan aldın amcacığım, harikasın! :))

IMG_8310IMG_8319

Storie Coffee Shop

Son olarak Toros Caddesinde bir cafe keşfettik. Çok eski değil aslında yeni bir cafe, konseptine bayıldık. Bize Karaköy’deki kahvecileri anımsattı. Fakat akşam çok geç bir vakitte geldiğimiz için kapanmak üzereydi. Yine de kahvelerimiz olurken işletmecisi bayanla biraz sohbet edebildik. Hergün güzel güzel sözler paylaşıyorlar kapının önündeki kara tahtada. İçeride neredeyse tüm günü geçirebileceğiniz rahat köşeler mevcut. Kahvesi leziz. Kurabiyeleride güzel görünüyordu. Bir dahakine gündüz ilk buraya geleceğiz 🙂

IMG_8337

Net; Adana ülkedeki en iyi yemek kültürüne sahip bölgelerden biri. Bir gün yeterli. Eğer fırsatlardan ucuz uçak bileti aratırsanız mutlaka tercihlerinize Adanayı ekleyin. Kalmak zorunda değilsiniz. Havaalanı şehir merkezine oldukça yakın, sıkıntı yaşamazsınız. Gelin ve iyice doyun. Bide mutlaka Kebapçı Mesut’a gidip 2 porsiyon kebepla birazcık samimiyet yüklenin.

Sevgiler.

IMG_8296

 

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

                       Sinem Güneş Sedef – Gökay Sedef 🙂

KYOTO GEZİ REHBERİ, JAPONYA

 

İpek, renkli kimonolarına sarınmış estetik davranışlı japonlar, ayaklarına geçirdikleri yüksek tahta takunyalarla Kyoto ‘nun dar ve kablolu sokaklarında hızlı hızlı yürürler. Güneşli  bir günün kaçınılmaz aksesuarı olan şemsiyesi ile, köşe başında kaybolan kuş desenli kimonolu geyşanın, ensesinde sıkı sıkıya toplanmış koyu renk saçları, bu mesleğin ne kadar disiplinli olduğunu hatırlatıyor.

Geyşalık 11.yüzyılda savaşçıları ve önemli devlet adamlarını eğlendiren kadınlar olarak tanımlansada, ayrıntıları bundan daha derinde. Sosyal yetenekleri iyi olan küçük kızlar japon adetlerine göre nasıl yürüyeceği, nasıl yemek yiyeceği ve nasıl dans edeceklerini içeren katı bir disiplin ile yetiştiriliyorlar. Enstürman çalmak, şarkı söylemek, çay servisi etmek ve dans etmek gibi hünerlerini en iyi şekilde sergilemeleri eğitimin bir parçası. Bir geyşanın en büyük amacı konuklarını eğlendirmek olup, konukların çalışma alanları, hobi ve ilgi alanlarıyla bilgi sahibi olmalılardır. Yüzlerine yaptıkları solgun makyaj duygularını gizleme amacı taşır. Sanıldığının aksine geyşalık çok emek isteyen ve saygın bir meslektir.

Kyoto yazısına geyşalıktan başlama sebebim; bu şehrin Japon kültürünü iliklerinize kadar yaşatması. Japonya’ya gelmeyi düşünen herkesin yolunun mutlak surette bu şehirden geçmesi gerektiği.

 

Japonyadan geleli neredeyse 1 ay olmasına rağmen yazmaktan korktuğum bu şehrin bana hissettirdiklerini nasıl anlatacağımı bilemedim. Bilgisayarımı açıp çektiğim fotoğraflara baktığımda objektifimin gördüklerimi aynı güzellikte yansıtmadığını farkettiğimde büyük bir hüsrana düştüm. Ne şekilde anlatsam da insanlar buraya gitmek için can atsa, çok sevse? Eminim, nasıl yazarsam yazayım, ne fotoğraflar ne de anlattıklarım bu şehrin güzelliğine yetmeyecek. Kyoto her zaman her şeyden daha güzel olacaktı.

Osakadan kalkan JR trenimiz ile 45 dakikada Kyoto Station’a ulaştık. Bu küçük şehre ancak böylesi güzel bir istasyon yaraşır. Otobüs numaralarının yazılı olduğu tabela çıkar çıkmaz bizi karşılıyor ve görevli minik japon amca tüm yardımseverliğiyle gülümsüyor. Kalacağınız otelin ismini söylerseniz o da size hangi otobüse binmeniz gerektiğini söylüyor. Hani o tüm japonyada kullandığımız JR tren biletleri var ya, onu cüzdanımıza kaldırıyoruz. Çünkü bu şehirde ulaşım tamamen otobüsle. Otobüs bileti makinesinden günlük 500 yene bilet alırsanız tüm gün başka bilet almaya gerek kalmadan otobüsleri kullanabilirsiniz. Otobüslere arka kapısından biniliyor. İneceğimiz durağa geldiğimizde beyaz eldivenli otobüs şoförüne biletimizi gösterip iniyoruz. Her ana durakta en az 3 tane 60 yaşın üstünde amca duruyor, görevli. Küçük bedenlerinden yansıyan büyük hareketlerle bineceğimiz otobüsü, ineceğimiz durağı, sağdan soldan yürüyeceğimiz yolları anlatarak bize yardım ediyorlar. Japonların yardımseverliği şimdiye kadar gördüğüm ırklar içinde en aşırısıydı 🙂 Bunu Osaka yazısında daha iyi anlatmıştım.

Birçok yerde tourist information office var. Herhangi birinden bir harita alın. Gezilecek yerler konusunda da yardımcı oluyorlar. Gerçi Kyoto’da her tapınak, her sokak,her dükkan bir gezilecek yer. Hatta bizim yaptığımız gibi günün bir saatinde Starbucks’da yeşil çaylı latte içerken caddeden yürüyen japonları izleyin. Bir film setinde olduğumuzu hissettirmeye yetiyor.

Japon kültürünü tüylerinizin ucuna kadar hissettiren, üst üste dünyanın en güzel şehri seçilmiş Kyoto’dasınız. Eğer bütçeniz varsa burada geleneksel japon otelleri olan Ryokan’larda kalmak çok keyifli olacaktır. Biz de böyle bir tercih yapmıştık, bunu Kyoto’da Yemek ve Konaklama yazımda okuyabilirsiniz. Peki Japonya’nın bu güzelim şehri Kyoto’da nereler gezilmeli? Daha önce de söylediğim gibi burada her yer görülecek yer ama birbirine yakın önemli noktaları aynı gün içinde daha verimli gezmeniz adına yaptığımız Kyoto Rotası’nı burada paylaşıyorum.

1.GÜN

  • Kinkaku-ji Temple (Golden Pavilion)
  • Ryoan-ji
  • Ninna-ji
  • Tenryu-ji
  • Bambu Ormanı
  • Okochi Sanso Garden
  • Pontocho Bölgesi

2.GÜN

  • Nijo Castle
  • Ginkaku-ji
  • Filozof Yolu
  • Nanzen-ji
  • Yasaka Shrine

3.GÜN

  • Fushimi Inari Taisha
  • Kodai-ji Temple
  • Kiyomizu-dera
  • Gion Bölgesi

Birinci Gün

Erkenden en görkemli tapınak olan Kinkaku-ji ye doğru yol aldık. Üst iki katı altın kaplama olan bu parlak tapınağın içine giremiyorsunuz. Zaten çok da lazım değil. Lakin burada görülecek şey köşkün hemen önündeki gölete yansıyan görüntüsü ve o estetik havalı japon bahçesi. Bu tapınak bence fazla görkemli olduğundan istediğimiz dinginliği burada hissedemedik. Ama bir sonraki tapınak var ki.. Ali’yi oradan çıkaramadım. Biraz daha biraz daha duralım derken zamanın çoğunu burada harcadık. İsmi; Ryoan-ji. Birçok kişi aksine görkemli Kinkaku-ji’yi parlatırken biz sönük Ryoan-ji’den ne anladık? Huzur.. sevgili dostlar.

İsminin anlamı bile Huzurlu Ejderha Tapınağı. 1500 yılında yapılmış bu tapınakta inanılmaz bir sükunet ve huzur vardı. Ağaçlar, çiçekler, göletler, minik köprüler, her yerde bir Zen ruhu hakimdi. Tapınağın içinde ayakkabılarınızı çıkarıyorsunuz. Burada 15 yosun tutmuş iri kaya parçasından oluşan bir kaya bahçesi var. Bu bahçenin hangi tarafından (tepeden hariç) bakarsanız bakın on dört kaya sayabiliyorsunuz. Sadece aydınlanmaya ulaşabilenlerin on beşinciyi görebildiğine inanılmaktaymış. İşte bunu bilen sevgili eşim, on beşinciyi görebilmek uğruna terası bir uçtan bir uca dolaştı :)) Böyle olunca da elbetteki en çok zamanı bu kaya bahçesinin karşısındaki terasta oturarak ve kaya sayarak geçirdik :)) Fakat öyle bir şey ki sırf bununla bile nefis bir huzur duyduk. İşin sırrı kayalarda bence :)) O yüzden Kinkaku-ji’nin şehvetine kapılmayın. Ryoan-ji’nin felsefesini çözmeye, buraya gelin.

Tapınakları sırasıyla gezdiğimizde en son Bambu ormanına geliyoruz. Burası insanı içine çeken, kulaklarınıza bambulardan çıkan rüzgar sesinin çalındığı, güneşin içeri zorlukla sızdığı büyülü bir orman. Burada bulunduğumuz için çok şanslıyız. Sonrasında Arashiyama’nın o güzelim nostaljik trenine binerek bu büyülü masalın derinliğinden yavaşça yeryüzüne ulaştık.

 

İkinci Gün,

50 numaralı otobüse binerek kaleye yol aldık. Kalenin geniş bir alanı var, içindeki hediyelik eşya satan dükkan, diğer tapınaklara göre en ucuzuydu. Bence hediye işini bu dükkana bırakın 🙂 Eğer vaktiniz varsa önceden internetten rezervasyon yapmanız şartıyla Kyoto Imperial  Palace’ı gezebilirsiniz. Ben rezervasyon yapamadığım için gitmemiştik. 

Kalenin ardından Gümüş Villaya ulaştık. Burası bir huzur deposu. Dağın eteklerine kurulmuş 1400lü yıllarda yapılan bu tahta yapı, japon bahçeleriyle süslenmiş, yeşillerle bezenmiş, su şırıltılarıyla zenginleştirilmiş. Zaten Japonya da her yerde bir su şırıltısı mevcut. Ben bu tapınaktaki taşlara su akan çeşmenin bulunduğu yerde yine çok oyalandım. Suyun sesini videolamalar falan, tam bir Zen keşişi kıvamındaydım. Az daha dursaydım galiba Ryoan-ji’deki on beşinci kayayı görebilecektim :))

Ah bir de filozof yolu yapmışlar ki buradaki ev fiyatlarını araştırmama sebep olan :)) Özellikle kiraz mevsimi için gidilmesi şart olan kuzeydeki bu bölge, hayatı sorgulamak için size yardımcı olacak. Boş zihin ve sessizlik size paralel bir dünya yaşatabilir. Japon düşünür Nishida Kitaro, her gün Kyoto Üniversitesi’ne ders vermek üzere giderken meditasyon yaparak bu yolda yürürmüş. Sağlı sollu taş patikaların arasındaki kanaldan japon balıkları ile dolu kanal. Bu huzur dolu yolda hayatın anlamını sorgulamak eminim Kitaro için zor olmamıştır.

Devamında Nanzen-ji tapınağı görülmeye değer. Ama zaten yol üstünde bir sürü tapınak olacak. İstediğinize girip gezin, tapınaklara doyun inşallah :)) Listede en son Yasaka Shrine var. Burası Kyoto’nun merkezinde, hatta her gün yoldan geçen japonları izlemek için oturduğumuz Starbucks’ın çok yakınında olan bir Şinto tapınağı. Unutmayın; turuncu kapılar gördüğünüz tapınaklar şinto, diğer ahşap yapılı olanlar ise budist tapınakları.

Gelelim Üçüncü Güne.

Sabah yüzümüzü yıkadığımız gibi kendimizi Fushimi Inari yollarına atıyoruz. Görmeyi en çok istediğim tapınak diyebilirim burası için. Çok sevdiğimden ayrı bir yazıda anlattım :))  Yazı için; tıklayınız.

Öğleye kadar burada vakit geçirdikten sonra Kodai-ji ve Kiyomizu-dera ya geçtik.

Kiyomizu-dera;

Birçoğu gibi UNESCO dünya mirası listesindeki bir budist tapınağı. 2007 yılında dünyanın 7 harikasından birine aday gösterilmiş. Uzaktan bakıldığında öldüresiye yeşil bir doğanın içine kondurulmuş devasal bir ahşap yapı olarak görünüyor. Dağdan inen saf suyun 3 ayrı yoldan tapınak bahçesindeki gölete akması sebebiyle saf su tapınağı olarak adlandırılmış. İnanışa göre bu şelaleler bilgi, sağlık ve uzun ömrü simgeliyormuş. Buranın bir de hikayesi var. 13 metre yükseklikten atlayan bir kişinin tüm dileklerinin gerçekleşeceğine inanmaktalar. Bu yüzden geçmiş yıllarda birçok atlayış kaydedilmiş ancak günümüzde bu gelenek yasaklanmış.

Bu kadar tapınak yeter dedikten sonra artık yürüye yürüye Gion’a ulaşıyoruz. Gion bölgesi, Kyoto’nun kalbi, Japonya’nın nefesi gibi adeta. Her yer yaşantıyla çevrili. Fütüristik karakterli japon mimarisi yapılardaki kapalı kapılar merak duygusunu tetikledikçe tetikliyor. Her köşe başını döndüğünüzde o daracık sokaklarda bir geyşa belirecek duygusu. İnanın bana, buradaki kapılarda bekleyesim var. Her an bir kapı açılacak ve içeriden beyaz makyajı ve simgesel saç toplamasıyla bir geyşa çıkacak beklentisi. Günümüzde çok çok az kalan bu kadınları görmek, büyük bir şans olsa gerek.

Kyoto’nun genelinde olduğu gibi bu bölgede de geleneksel giyimli bayanlar ve beyler sokaklarda yürüyor. Tapınaklara giderken, özel günlerde veya hafta sonları bu şekilde giyinmeye dikkat ediyorlar. Gerçek bir geyşa göremeseniz bile kimono giymiş japonlarla yürümek harika. Gion’un orijinal dükkanlarını gezmek, yeşil çay içip biraz sohbet etmek çok çok keyifli olacak. Kim bilir, eğer bu şehri kalbinizle hissedip çok severseniz, gerçek bir geyşa bile görebilirsiniz ;))

Tekrar gelmek umuduyla… Hoşçakal GÜZEL ve NAZİK şehir.

 

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

Video 1  —- :))

Video 2 —- :))

Video 3 —- :))