36 SAATTE PARİS

Louvre-Rivoli metro istasyonundan kalkan sarı hattaki metronun içinde kulağıma çalınan Fransızcanın büyüsü içindeyim. Kahve istemek, bir paket taze hamur işi almak veya herhangi başka bir nedenden ötürü biriyle karşılaşıp bildiğim tek fransızca sözcüğü gururla telafuz edebilmek için sabırla metrodan inmeyi bekliyorum. Kulağımda fransızca konuşmalar. Karakterli ve oldukça çekici.

Metrodan indikten sonra ceplerimde aradığım tek yön bileti çıkışta tekrar kullanıyorum. Bu biletleri girdikten sonra atmamam gerektiğini bildiğim iyi oldu. Çünkü ne kadar şehir gezsem de her seferinde ulaşım işini çözene dek heyecanlanıyorum. Bu tek yön biletler aktarma yapmak için 90 dakika süresince geçerli. Eğer Paris’i gezmek için kısıtlı bir vaktiniz varsa, bu süre çok işinize yarayacak, emin olun.

Paris’te uyandığımız ilk günün sabahına dönecek olursak; kısıtlı bir tatil planında olabilecek en kötü şey oldu! Haftalar önceden kahvaltı ve sonrası için planladığım gün patladı. Şehirdeki tek kahvaltı adresimiz belliydi. Fragments‘ de iyi kahve eşliğinde bir tabak çırpılmış yumurta. Belki bir de o güzel avokado tost. Metrodan indikten sonra ara sokakta biraz yürüdük. Tam geldik dediğimizde, asla güncel açılış saatini kontrol etmediğimizi farkettiğimiz Fragments’in kapalı olduğunu gördük. Neyse, bir sonraki durak Used Book Cafe‘ydi. O eski kitapları karıştırırken bir şeyler atıştırmak, bu aksiliğin üzerini güzelce kapatacaktı. Telefonumdaki -her seferinde onu bulduğum için şükrettiğim- uygulamayı açarak Used Book Cafe’nin kapısına kadar geldik. KAPALI! Zaten kısıtlı bir zamanda daha kötü ne olabilir? Tüm günün planı belli ve buraya tekrar dönecek ne vaktimiz ne de bir önceki gün yüzünden dermanımız var.
‘Seni camlarının arkasından da olsa görmek güzeldi.’

Moralimizi düzeltecek tek şey, taze bir hamurişi ve kahve. Hemen uygulamadan bir sonraki durağı işaretliyorum ve çizgiyi takip ediyoruz. ‘Bir şehri tanımanın en iyi yolu, sokaklarında yürümek ve toplu taşımasını kullanmaktır’ derim hep. Bu ikisini yaptığınızda ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Sokaklarda hiçbir turistik aktivitenin size verememeyeceği sürprizlerle karılaşırsınız. Bazı yerlerde dükkanların önünde uzun kuyruklar görürsünüz. Dar bir ara sokaktaki köhne, küçük bir dükkandan tereyağ kokusu çalınır burnunuza. Kuyruğun nedeni anlaşılır. Benim gibi bir şehir avcısıysanız, dükkanın ismini hemen not edersiniz telefonunuza. Tekrar gelecek olursanız ne yapacağınızı bilirsiniz böylece.


Boulangerie Poilane‘nin muhteşem çikolatalı kruvasanlarından birer tane alıp yolumuza devam ettik. Buraya kadar anlatmak istediğim şey; eğer bir şehir için yalnızca 36 saatiniz varsa, olağanüstü planlı olmak zorundasınız. İşinizi şansa bırakmak ve bir ayrıntıyı atlamak, kısa zamanda çok yol almak isteyen sizi üzebilir. Biz, az sonra, ayaklarımızın hissiyatını kaybedecek kadar müze ve sokak gezip, karnımızı doyurmak üzere önceden rezervasyon yaptığımız yere yemeğe gideceğiz.
Şimdi, en başından -hatasız- 36 Saate Paris listeme tekrar bakalım.

KONAKLAMA

Paris birçok avrupa ülkesinde olduğu gibi bölgelerden oluşuyor. Göbeğini Louvre Müzesi’nin olduğu yer olarak düşünürsek, halka büyüdükçe bölge isimleri değişiyor. Kısa zamanda Paris’in birkaç önemli noktasını görme planınıza varsa 1,2,3,4,5 ve 6. bölgeleri tercih etmeniz mantıklı olur. Ama Paris, dünyanın en eski ve büyük metro sistemine sahip bir şehir. Eğer 9,10,11. gibi bir yerde makul bir fiyata otel bulabilirseniz bu sizi asla yormaz, bilin istedim. 🙂

Biz; şans eseri 1.Bölgede iyi bir otel fırsatı yakaladık ve bu bölgede konakladık. Değerlendirmek isteyenler için otelin booking linkini bırakıyorum.

Relais Du Louvre

PARİS’E UÇUŞ

Paris-Charles De Gaulle Havalimanı’nı hep merak etmiştim. Beklediğimden küçük ve oldukça eski bu alana indiğimizde covid negatif testlerimizin kontrolü için sıraya girdik. Pasaportlarımıza yapıştırılan minik kırmızı sticker ile ülkeye giriş yaptık. Şehirde girdiğiniz heryerde elektronik aşı kartınız soruluyor. Barkodu telefonunuza ss yapıp kalp koyun ki, elinizin altında olsun.

ULAŞIM

Eğer THY ile Charles De Gaulle Havalimanı’na uçuyorsanız, bagajınızı aldıktan sonra RER hattına biraz yürüyüp (yaklaşık 8-10dk), yaklaşık yarım saat içinde de şehir merkezindeki ana istasyonlara ulaşabilirsiniz. Havaalanı şehrin 5.zone’unda bulunuyor. Dolayısıyla buraya giden RER hattının ücretleri de farklı. CDG havalimanından RER’in B hattı ile şehir merkezine (Gare du Nord) giden hattın ücreti 10.30€

Şehrin merkezine gitmek için, RER – hattına binip ana duraklardan biri olan Les Halles durağında inebilirsiniz. (Biz buradan otelimize direkt yürüdük.) Buradan metro ağına bağlanıp istediğiniz bölgeye geçebilirsiniz. Eskiden olsa kesinlikle metro haritası edinin derdim ancak günümüzde hangi duraktan hangi renk hatta bineceğinize ve ineceğiniz durağa kadar gösteren uygulamalar var.

Şehir içinde biletleri, metro girişlerindeki otomatlardan kolaylıkla alabilirsiniz. Eğer 3 günden fazla kalacaksanız, 10’lu biletlerden almanızı tavsiye ederim. Otomattaki seçeneklerde var.
Tek yön bilet fiyatı: 1,90 euro. 10’lu alınca tanesi 1,69 euro oluyor.
Tek kullanımlık biletin 90 dakika boyunca geçerli olabildiğini de unutmayın.

RER: Şehrin banliyölerine giden, daha az durağa sahip olup daha hızlı ilerleyen tren ağı.

PARİS’TE 36 SAATE NE YAPABİLİRSİN?

İLK GÜN;
Şehri Sen Nehri’nden ikiye bölecek olursak önce kuzey bölgeyi gezerek başlayın. Bugüne isterseniz bir müze gezisi ekleyin. Eğer iki büyük müzeden en az birini görmek isterseniz ertesi güne bırakmak mantıklı. İlk gün plana uyarsanız metroyu yalnızca 1 kez kullanırsınız. Bu yüzden; ayakkabını iyi seç!

Görebileceğiniz noktalar;

  • Colonnes de Buren
  • Kafe Kitsune
  • Galerie Vivienne
  • Starbucks France
  • Opera Garnier
  • Musee Gustave Moreau
  • Mamiche
  • Abbesses Metro Durağı
  • Au Marche de la Butte
  • Le Passe – Muraille
  • Le Maison Rose
  • Sacré-Cœur Bazilikası 
  • Sinking House
  • Carousel de Montmartre
  • Musee d’Orsay (opsiyon)
  • Angelina
OPERA GARNIER

İKİNCİ GÜN;
Tüm günü dolu dolu, biraz sanat, biraz alışveriş ve çokça hamurişi ile doldurabilirsiniz. Eğer Louvre Müzesi Palanınız varsa bugüne ayırın. Müzenin tamamını hızlıca bile olsa dolaşmak bir tam gün alacaktır. Kişisel tavsiyem; ilginizi çekecek 3 ayrı kanattan birine yoğunlaşın. Biz Denon Kanadını hedef alarak yaklaşık 3 saat harcadık. Ayrıca turistik aktivitelerden Eiffel ve Şanzelizeyi de bugüne ayırdık.

Görebileceğiniz noktalar;

  • Used Book Cafe (Merci)
  • Boulangerie Poilane
  • Les Deux Magots
  • Jardin Des Tuileries
  • Musee Louvre
  • Shakespare and Co
  • Notre Dame Katedrali
  • Le Bon Marche
  • Nelly Julien
  • Boulangerie Laurent B
  • Josephine Chez Dumonet
  • Eiffel
  • Champs Elysees (Şanzelize)
  • La Foule

PARİS’TE YEME – İÇME

Elbette her şehirde olduğu gibi Paris görülecek yerler listemin genelinde yeme içme durakları var. Çoğu elbette artizan ekmek ve çeşit çeşit hamurişi yapan fırınlar. Beni Paris’e sürükleyen bir diğer neden ise şahane bistrolara sahip olması. Eğer Paris’e kısıtlı bir süre için geldiyseniz size vereceğim bu listedeki yıldızlı isimleri mutlaka değerlendirin.

Fırın – Kafe – Kahve

Kafe Kitsune: İnstagramda herhangi bir Paris fotoğrafında mutlaka Kitsune’un karton bardaklarına rast gelmişsinizdir. Tam bir fenomen durağı. Değer mi bilemiyorum? Çünkü kahvesi diğer tüm kahvecilerden daha pahalı. Ancak özellikle Buren, Galerie Vivienne dolaşacaksanız, elinize bir bardak taze kahve almanızda sakınca yok. Özellikle; Jardin du Palais Royal’deki şube, görülmeye değer.

Used Book Cafe: Geç kahvaltı için harika seçenek. Elimde olsa oturmaktan sıkılacağım vakte kadar zamanımı burada harcardım. Çünkü bir kitap bağımlısıyım. Kitap kafe konsepti bana hep sıcacık gelir. Burada kışın bir fincan kahve yanına simit sandviç veya yazın zencefilli limonataya ek biraz kullanılmış kitap sayfaları hışırdatma.

Starbucks France: Fransa’da Starbucks’a girmek en az Milano’daki kadar saçma evet. Ama buraya kahve içmek için girmeyeceksiniz. İçi, fotoğraflamanız gereken güzellikte. Opera binasının çaprazında konumlanan kahvecide ‘birine bakıp, çıkın!’



Poilane: Şüphesiz uğraman gereken en önemli duraklardan birisi. Paris’in en güzel artizan fırınlarından biri olduğu gibi bence önemli bir hediyelik eşya dükkanı. Hızlı bir kahvaltı için çikolatalı kruvasanlarından alabilirsin. Ancak benim tavsiyem, ekmek almadan çıkmaman. Hatta, dönüş yolunda sevdiklerin için bile bavula biraz ekmek koyabilirsin.

Boulangerie Laurent B: Önünde sıra beklemeye değer bir artizan fırın. Bir fincan kahve yanında tuzlu-tatlı hamur işi, belki peynirli sandviç. Çok klas bir dükkan. Eğer yer varsa burada oturarak kahvaltı yapın veya yanınıza alıp sonraki durağınıza giderken hızlı bir öğle yemeği atıştırması yapın. Ya da belki romantik bir baget alıp çıkabilirsiniz. 😉

Mamiche: Vanilya kremalı beignet ve çikolatalı kruvasan yemeniz şart. Beignet özellikle denemeye değer. Ve pek tabii zeytinli, üzümlü, cevizli ekmekler…

Angelina: Tatlı severlerin gözüne, ağzına hitap edebilecek popüler pastane. Makaronları hediye için bir alternatif. En çok sıcak çikolatası için geliyorlar. Ama eğer bir kez buraya gelecekseniz mont blanc yemelisiniz. Eğer gelecekseniz rezervasyon yapın veya biraz sıra beklemeyi göze alın.

Les Deux Magots: Masalarında kimler kimler oturmadı ki.. Evet, burası 1812 yılında kurulmuş, Paris’in en turistik kafelerinden birisi. Ama gözlerinizi kapatıp 1920’lerde, yan masada sohbete dalan Hemingway ve Scott Fitzergard’ı hayal edebilirsiniz. Şehrin en ilham verici noktalarından biri olduğunu kabul ediyorum. Buraya gelin ve Paris’te birçok kafede olduğu gibi caddeye bakan sandalyelerden birine oturup, papyonlu kibar garsonlardan birine sıcak çikolata içmek istediğinizi söyleyin!

Cafe Flore: Kuşkusuz en az Deux Magots kadar eski ve popüler. Influncer’ların en çok paylaşım yaptıkları yerlerden biri. Bana biraz fazla sosyetik gelse de, burayı dışarıdan fotoğraflamak oturmaktan daha iyi bir seçenek.

Fragments: Tek kahvaltı hakkımı değerlendirmek için gidip, kapalı olduğuyla yüzleştiğim güzel kahve-kahvaltı adresi. Paris’in en keyifli kahvecilerinin olduğu bir bölgede yer alıyor. Bir tabak çırpılmış yumurta veya avokado tost ile iyi kahve içebilirsiniz. Mor veya Sarı renk hat metro ile yakınındaki Chemin Vert istasyonundan ulaşabilirsiniz.

PaperBoy: Oldukça zengin bir brunch menüsü var. Le Marais bölgesindeki en iyi öğlen yemeği-kahvaltı seçeneklerinden birisi. Özenli, keyifli ancak yüksek sınıf bir mekan.

Öğlen – Akşam Yemeği

Bir Fransız atasözü der ki; İdealler yıldızlar gibidir, onları tutmak mümkün olmaz ama karanlık gecelerde yolumuza onlar rehberlik ederler. Günümüzde Fransız mutfağı demek, bir mutfak şefinin ilk öğreneceği derstir. Zengin soslar hakkını verecek şekliyle yalnızca fransız şeflerin elinden çıkar. Şarap, peynir ve tereyağının bir akşam yemeğinden eksik edilmediği sofralar, bazen beyaz masa örtüleri bazense sıkışık mekanlardaki cılız sandalyeler. Her ne şekilde olursa olsun bu şehirde ”iyi yemek” ten ödün vermeyeceksiniz.
Bu sebeple eğer içinizde bir gurme büyütüyorsanız, Paris bunun için bir cennettir. Michelin yıldızlı restoranların izinde şehrin gitmeye değer bistroları sizi fazlasıyla tatmin eder. En iyi restoranlarda çalışmış birçok şef, kendi bistrolarını açmışlardır. Bunlardan birkaçını aklınıza yazmak isterim.

Le Bistro Paul Bert: Fransız sosu mu dediniz? Paul Bert bunu deneyimleyeceğiniz en doğru adresten biri. Menü fransız klasikleriyle dolu. Fransız ekmeği, yer mantarı, iyi bir sufle. Burada steak au poivre denemenizi tavsiye ederim. Yani içinde bolca karabiber olan kremalı kahverengi sosla servis edilen bonfile. Tam bir Fransız klasiğidir. Geleneksel olarak patates püresi veya kızartılmış ev usulü patates ile sunulur. Abartılı olmayan gerçek bir bistro deneyimi için, buraya uğrayın!
Rezervasyon şart.
Feidherbe – Chaligny (mor) metro istasyonundan veya Reuilly-Diderot (sarı) metro durağında inip biraz yürüyerek ulaşabilirsiniz.

Septime: Paris’in 11.bölgesinde neo-bistro mutfağının sahibi genç şef Bertrand Grebaut’un taze restoranı. Taze diyorum çünkü Septime’i tanımlayan en özet kelime bu. Şef; çevre dostu, sürdürülebilir ve taze malzeme ilkesiyle yola çıkmış yenilikçi bir mekan yaratmış. Bir Michelin yıldızına ek sürdürülebilirliği temsil eden yeşil yıldızı var. İyi yemeği temsil eden kimlikli bir mekan arayışındaysanız, burada, Septime!

Chez Michel: Gare du Nord istasyonunun dibinde, menüsünde ev yapımı mayonezlerle servis edilen salyangoz ve çeşitli deniz ürünleri bulunan Fransız bistrosu. Burası daha çok av etleriyle ünlü. Vedat Milor tavsiyesine göre balık çorbası ve ıstakoz denenmeli.

Le Quincy: Kişisel favorim ve belki de Paris’e gelme sebebim. Ağır döküm tencerelerde pişen klasik fransız yemekleri. 100 sene öncesinden kopmuş ve günümüze düşmüş bir atmosfere sahip. Sanki Fransa kırsallarındaki anneannemin mutfağında yemek yiyorum ve dedem olacak ihtiyarı doyduğuma ikna edebilmek için şişen karnımı göstermem gerekiyor. Yemekleri servis eden iki ihtiyardan biri hakkındaki düşüncem tam olarak bu. Sahipleri geleneksel reçetelerini hiç bozmadan günümüze getirmiş. Paris’te denemeniz gereken tatlardan biri olan kaz ciğerinin(Foie Gras) hası burada. Garsonun dediği gibi ağzınıza aldığınız anda erimeye başlayacak ve siz ağzınızı şapırdatarak yutacaksınız. Menünün en favorilerinden şarap ve tavşanın kendi kanından yapılmış sos ile pişirilmiş yabantavşanı. Nam-ı değer lievre a la royale!
Şarap seçimi için garsona danışın. İyi şarap için her zaman çok para ödemeniz gerekmediğini kanıtlayacak. Neredeyse hiç İngilizce konuşmuyorlar ve gelenlerin neredeyse tamamı yerel halk. Rezervasyon ve nakit para şart.
Sarı metro hattı ile Gare du Lyon durağında inip, 5 dakika yürüyerek ulaşabilirsiniz.

Le Baratin: Belleville’deki küçük bir ara sokakta yer alan Baratin ağzınıza koyduklarınızın ötesinde önemsenecek türden bir yer değil. Atmosfer yok. Kendine cılız sandalyelerden birini çekip, günlük belirlenen kara tahta üzerindeki Fransızca menüden bir yemek seçmen gerek. Geniş bir samimiyetle yemek yapan Arjantinli şef Raquel Carena’nın bistronun en dikkate değer özelliği sadece nerede yiyeceğini bilen Parislilerin (ve onların tanıdıklarının) gittiği ve paydos eden şeflerin yemek yemek için tercih ettiği yer olması. Şarap seçimini Charles’a bırakın ve arkanıza yaslanıp bu deneyimin başlamasını bekleyin.
Rezervasyon şart.
Kahverengi metro hattı ile, Pyrenees durağında inip, 4 dakika yürüyerek ulaşabilirsiniz.

Bouillon Chartier Montparnasse: Pirinç pervazlar, aynalar, lambalar.. Kabarık etekli bir film sahnesi ve tam bir Art Nuveau döneminin orta yerinde gibiyiz. Garson, söylediğimiz siparişi masaya serilmiş kağıt üzerine not alırken, etrafın büyüsü içindeyim. Biz, eski modadan vazgeçmeyip ördek confid söylüyoruz. Başlangıç olarak da pek tabii escargot. Fransız ekşi maya ekmeği, salyangozun tereyağ ve fesleğen kokan sosuna batırırken iyi ki buraya zaman ayırmışız diyoruz. Tekrar olsa, eldivenlerimi ve geniş çeperli şapkamı takıp, spaghetti bolognese yemeğe giderdim. 🙂 Masadaki ev yapımı hardalı dikkatli kullanın. Burnunuzdan ateşler çıkarabilir. Burası uygun fiyatlı bir mekan. Akşam yemeği için gidecekseniz biraz sıra beklemeye değer. Biz öğlen yemeği için gittiğimizde sıra beklemedik. Ama unutmayın ki, bu mekan oldukça turistik.
Pembe metro hattı ile, Montparnasse-Bienvenüe durağında inip ulaşabilirsiniz.

PARİS’TE 36 SATTE GÖRÜLECEK YERLER

Colonnes de Buren: Fransız sanatçı Daniel Buren’in 1985-1986 yılları arasında yaptığı bir sanat enstalasyonudur. Palais Royal’in iç avlusunda bulunur ve fotoğraflamak için harika bir mekandır.

Galerie Vivienne: Şehrin pasajları için kesinlikle vakit ayırmalısınız. Özellikle Galerie Vivienne için. 1823 yılında inşa edilen bu kapalı çarşı, Paris’in en sembolik galerilerinden biri. Mozaik zeminler, süslü kemerli duvarlar ve ışığın içeri girmesine izin veren cam tavan. Ayrıca 2022 Paris moda haftasının bu pasajın içinde yapılması kesinlikle harika bir seçim olmamış mı?

Opera Garnier: Yolun karşısında fotoğraf çeken turistlerin asla eksik olmadığı tarihi bina. Binanın süslemeleri ve iç tasarımına hayran kalmamak imkansız. Şaheserin sözlük anlamına Opera Garnier’ı örnek vermek yanlış olmaz. Umarım bir gün binaya layık şekilde prenses kıyafetlerimi giyip opera izlemek için gidebilirim.

Abbesses Metro Durağı: Montmartre’de Paris’in kesinlikle en ikonik girişli metro istasyonu. 1978’den beri tarihi anıt statüsünde.

Au Marche de la Butte: Filmde Amélie Poulain’in sık sık uğradığı manav. Günümüzde yalnızca meyve-sebze dükkanı olmak dışında Amelie’nin kartpostalları ve posterlerini de satmakta.

Le Passe – Muraille: Fransız edebiyatçı Marcel Aymé’in Duvardan Geçen romanındaki Duteilleul karakterinin heykeli. Hikayeye göre duvarların içinden geçebilme gibi bir yeteneği olduğunu keşfeden Dutilleul, gücünü kafasına göre kullanarak sonunda onu kaybeder ve kendini bu duvarın içinde sonsuza kadar hapsolmuş bulur. Heykelin buraya yapılma nedeni, yazarın evinin bu sokağın devamında olması. Heykeltraş Jean Marais tarafından tasarlanan heykelin suratına baktığınızda romandaki karakter Detilleul yerine Aymé’ninkini görürsünüz.

Le Maison Rose: Bir restoranda yemek yiyip bir şeyler içmek dışında ne yapılır? Burası Montmartre’de en çok fotoğraflanan yerler arasında. Sizce de oldukça sempatik görünmüyor mu? Yer bulabilirseniz, atıştırmak için şans verin.

Sacré-Cœur Bazilikası: 1914 tarihinde yapılmış, içinde bir yer altı mezarlığı bulunan ikonik yapı. Paris’in en yüksek tepesinde bulunur. Hemen önündeki merdivenlere oturup şehri tepeden izlemek için birkaç dakikanızı ayırın.

Le Carousel: Şehrin en eski atlıkarıncalarından biri Montmartre’de, Sacré-Cœur Bazilikası’nın eteklerine konumlandırılmış. Nostaljik bir filmin içine girmiş kadar etkileyici ve sihirli.

Jardin Des Tuileries: Paris 1. bölgede, Louvre Müzesi’nin hemen yanıbaşındaki Tuileris Bahçesi halka açık Paris bahçelerinin en güzel örneklerinden. Her yer etkileyici heykellerle kaplı. Tam ortasındaki yapay gölün çevresine saçılmış demir, yeşil sandalyelerde oturmak bir Paris geleneği.

Notre Dame Katedrali: Seine Nehri’nin kıyısındaki bu ünlü gotik kilise. 2019 da tavanında çıkan yangın sebebiyle 900 yıllık tarihi mirasın büyük bölümü hasar almıştı. Dünyada milletlerin değil tüm insanlığın sahip olduğu bir yapı varsa, Notre Dame bunlardan birisidir.

Le Bon Marche: 1838 de yapılan dünyanın ilk büyük perakende konsepti olan alışveriş merkezi. Severs Babylon durağındaki yeşil metro hattıyla ulaşılabilir.

MÜZELER

En popüler iki müzeyi de 36 saate sıkıştırmak zor olabilir. Ancak bizim şehre gelişimiz daha çok müzeleri (çocuksuz) gezebilecek bir fırsat yaratmaktı. Bu yüzden bunun için vakit ayırdık. Siz ya çok istediğiniz tek müzeyi hakkını vererek gezin ya da bizim gibi sıkıştırılmış ama seçmece bir tarz benimseyin. Biletleri internet üzerinden online almak size zaman kazandıracak. Louvre gibi popüler bir müzeyi sabah ilk açılış saatinde ziyaret etmek de rahatlığınız açısından iyi olacak.

Orsay Müzesi, perşembe günleri gece 21:00 e kadar açık. Bunu değerlendirmek isteyebilirsiniz. Biz tüm gün aydınlık şehrin tadını çıkartıp hava kararınca müzeye girdik. Bu, kısıtlı zamanı değerlendirmenin bir diğer şekli oldu. Biletimizi günün bu saatine uygun şekilde online almıştık ve sıra beklemeden içeri girdik.

Ayrıca müzelerde belirli dönemlerde ek sergiler olabiliyor. Ziyaret gününüze göre bunu da kontrol etmeyi unutmayın. Mesela; Gustave Moreau Müzesi’ne gelmeden önce La Fontain’in kapalı sergisinin olduğunu öğrenmiştim. Bu kısıtlı zamanımızda bu müzeyi de ziyaret listemize eklememize vesile oldu. İyi ki de oldu!

Elbette her müzede görülmesi gereken önemli eserleri birçok yerde okumuşsunuzdur. Ben kişisel favorilerimle size küçük bir liste yapmak istedim.

LOUVRE MÜZESİ

Louvre Müzesi için online bilet alırsanız, müzeye girişte hızlı geçiş hakkınız olur. Müzenin 4 ayrı kapısı var. Geçiş hakkınızı kullanacağınız ayrıntılı bilgiyi biletin üzerinden okuyabilirsiniz. Ayrıca covid için gereken uluslararası geçerli aşı sertifikanızı (barkod) girişteki görevliye göstermeniz istenecek.

Online aldığımız biletle, dünyanın en büyük sanat müzesine hızlı geçiş hakkımızı kullanıyoruz. İçeri girer girmez vestiyeri bulup eşyalarımızı küçük dolaplara kilitliyoruz.
Eşyamızı bırakır bırakmaz Denon kanadını buluyoruz. Daha önceden biraz araştırma yapıp görmek istediğimiz eserleri listelemiştik. Bu eserlerin çoğu Denon kısmında olduğu için, diğer kanatları göremeyeceğimi kabullenmiş şekilde gezimize başladık.

Winged Victory of Samothrace (Semadirek Kanatlı Zaferi) : Gördüğünüz anda neden dünyanın en sevilen heykellerinden biri olduğunu anlarsınız. Mona Lisa’ya gidecek merdivenlerin hemen ortasına yerleştirilmiş olması iyi düşünülmüş bir planlamadır. Öyle ki, merdivenlerde durup bu kolları olmayan bu mermer tanrıçanın güzel kanatlarına bakıp hayran kalmak için alanınız olur. Benim için heykellerin en sarsıcı olanıdır.


Wedding At Cana (Kana’da Düğün): Tüm heybetiyle cılız Mona Lisa’nın tam karşısındaki duvarda durur. Dünyada insan yüzüne duygusal ifadeler eklenen ilk eser olarak kabul edilmiştir. Rönesans döneminin en önemli ressamlarından Paolo Veronese’nin en önemli eseridir. İsa’nın konuk olarak çağırıldığı bir düğünde, peygamber olarak ilk mucizesi kabul edilen suyu şaraba dönüştürmesi resmedilmiştir. Dönemin en iyi sosyal hayatı yansıtan çalışmalarından biri olduğu düşünülür. Tablo 66 metrekarelik devasal boyutuyla müzenin en büyük eserlerinden birisidir.

The Coronation of Napoleon (Napolyon’un Tam Giyme Töreni): Napolyon’un Notre Dame Katedrali’ndeki taç giymesini resmeden Fransız ressam Jacques-Louis David’in eseri. Boyutları yaklaşık olarak Kana’da Düğün eseriyle aynıdır. Şüphesiz, Louvre’da en etkilendiğim tablodur.

Psyche Revived by Cupid’s Kiss (Cupid’in Öpücüğü ile Canlanan Psyche): 1793 yılında İtalyan heykeltıraş Antonio Canova tarafından oyulmuş, kalp ve ruhu temsil eden aşk dolu bir başyapıttır. Louvre’un en romantik parçalarından biridir.


Mona Lisa: Müzenin Denon Kanadına girdiğinizde tüm oklar Mona Lisa’yı gösteriyor. Çünkü sadece bu tablo için Louvre birçok ziyaretçi alıyor. Diğer eserler gibi ona yaklaşıp, istediğiniz gibi inceleyemezsiniz. Çünkü Mona Lisa çift kat camla korunduğu gibi, gümrük sırası gibi bir sırayla şöyle bir bakıp geçmeniz gereken bir tablo. Sabah saatlerindeki azami kalabalığı yakalarsanız iyi, yoksa oldukça kalabalık bir sırayı beklemek zorundasınız. Tavsiyem; sabah Louvre’a giriş yaptığınız gibi önce Mona Lisa’ya gidip görün. Sonra tüm eserleri rahat rahat gezersiniz. Şu ana kadar tablonun yalnızca popülerliğini anlatabildim. İşte ona bakarken de olan bu.

NOT: Louvre içinde çok değerli eserleri bulunduran biz müze olduğu kadar kendi değeri ve güzelliği de olan bir saray. Sık sık başınızı kaldırın ve tavanlardaki olağanüstü süslemelere bakın. Orada bambaşka hikayeler, bambaşka eserler var!

ORSAY MÜZESİ

1898 – 1900 yılları arasında inşa edilen bina öncesinde bir tren garıymış. Böyle bir yapının müzeye dönüştürülmesindeki güzelliği içine girdiğinizde daha iyi anlayacaksınız. Detaylar ve atmosfer çarpıcı. Benim çocukluğumdan beri çok ilgili duyduğu empresyonist ressamları içinde barındırıyor. Edgar Degas, Claude Monet, Vincent van Gogh, Edouard Manet, Pierre Auguste Renoir gibi ressamların önemli eserleri Paris’teki Orsay Müzesinde sergilenir. Burada kişisel olarak beğendiğim istediğim birçok eser var ancak yalnızca birkaç tanesini örnekleyeceğim.

Orsay Müzesi için de biletli olmanız durumunda sizi kuyruk olmayan başka bir kapıya yönlendirecekler ve aşı sertifikanızı görmek isteyecekler.

Dance et Le Moulin de la Galette(Renoir): Pierre Auguste Renoir’in 1876 tarihli tablosu. Montmartre’de her pazar açık hava danslarının düzenlendiği Moulin de la Galette’deki bir öğleden sonrasını resmeder. Resimde bulunan çoğu karakter Renoir’in dostları ve yanıdıklarıdır. Kaynaklara göre bu tablo, muhtemelen ilk sergilendiği sırada Caillebotte tarafından satın alınmış ve onun vasiyetiyle de devlet koleksiyonuna dahil edilmiş.


Olympia: Edouard Manet’in 1863 tarihli tablosu. Şüphesiz Manet’in en tepki aldığı eserlerinden biri Olympia’ydı. Konusu bayağı ve edebe aykırı, beğeniye karşı bir aşağılama olarak görüldü. Manet, modeli Victorine Meurent’i salon ressamlarının aksine idealize etmeden, nasıl gördüyse, dahası onu bir fahişe rolüyle, sıradaki müşterisini beklerken, bir başka müşterisinden gelen çiçekleri alırken betimlemişti. Yayanın ayakucunda sarı gözleriyle bakan kedinin anlamı ise muğlak: kötülük ve cadılığı çağrıştırmakla beraber büyük olasılıkla erotik zevkleri sembolize ediyor.

The Luncheon on the Grass: Edouard Manet’in 1863 tarihli tablosu Reddedilenler Salonu’nda sergilenen yapıtlar arasında en büyük skandala yol açan tablo oldu ve daha sonra modern sanatın dönüm noktalarından birini simgeleyen yapıt olarak nitelendirildi. Eleştirmenleri kızdırmasında kullanılan tekniğin de payı olsa da asıl sorun ahlaka aykırı görünme konusuydu. Tabloda iki genç adamın, hafifmeşrep olduğu kanısına varılan iki genç kadınla arkadaşlıkları görülür. Kadınlardan biri Victorine Meurent’tir ve doğrudan izleyiciye olan bakışı sahneye istenmeyen bir katılım davetine yol açıyordur.

The Starry Night Over the Rhone: Vincent van Gogh’un 1888 tarihli tablosu. Sanatçının en sevdiğim eseri sanırım. Ne zaman baksam hayal kurmaktan kendimi alamam. Işığın yansımasını en tatlı anlatan eserlerden biri Rhone Üzerinde Yıldızlı Geceler.
Van Gogh’un Otoportre, Tarlada Dinlenen Köylüler, Arles’daki Yatak Odası ‘da yine aynı odada görebileceğiniz eserler.

Nymphéas Bleus: Mavi Nilüferler, Claude Monet’in son 30 yılında küçük dairesinin bahçesinde yaptığı 250 adet Nilüfer tablosundan yalnızca biri. Monet, İzlenimcilik akımının en önemli liderlerinden biri. Ve tabii onu açık havada resim yapmaya teşvik eden Eugène Boudin olmasaydı belki de Monet stüdyosunda resim yapmaya devam edecekti. Öyle ki; en çok etkilenen, kendini geliştiren ve tarzını her seferinde genişleten ressamlardan biri kendisidir bana kalırsa. En popüler olanları bir kenara bırakırsak, çok çeşitli eserleri buna bir örnektir.

Son olarak Orsay Müzesi’ni bir diğer ünsüz ama etkileyici tablo ile kapatmak isterim. William Bouguereau’nun 1902 yılında yaptığı mitolojik yağlıboya tablo, Les Oréades. Bunlar; geyikleri ve yırtıcı kuşları oklarıyla avlamak için dışarı çıkan dağ perileri. Şafağın gelişiyle beraber gökyüzüne, yani kendi krallıklarına dönerken onlara şaşkınlıkla bakan üç geyik resmedilmiş. Orsay’ın hayatıma kattığı en şiirsel tablo olmuştur.

GUSTAVE MOREAU MÜZESİ

Paris’in 9.bölgesinde, Sembolist ressam Gustave Moreau’nun eserlerine adanmış bir sanat müzesi var. Burası ilk zaman sanatçının eviyken sonradan stüdyoya ve en sonunda müzeye dönüştürülmüş. İlk katında Moreau ve ailesine ait kişisel eşyalar bulunuyor. Çok yüksek duvarlar, sanatçının çoğu yarım kalmış yağlıboya ve suluboya eseriyle dolu. Zaten Moreau genellikle birçok resmini hep yarım bırakmış. Evi müzeye dönüştürme fikrinden sonra çoğunu tamamlamaya çalışmış ama yine de yarım kalan bir sürü çizim görebiliyorsunuz.
Resimlerini satmakla ilgilenmemiş, hatta çoğunu sergilememiş sanatçının evinin en üst katındaki stüdyoya, etkileyici spiral bir merdivenle çıkıyorsunuz. Fotoğraf çekmenin yasak olduğu müzede sahip olduğum tek fotoğraf bu güzel merdivene ait. Eserlerini satmaması elbette mimar bir babaya sahip olmasıyla tuzunun kuru olduğunu gösteriyor. 😉

Dönemsel olarak bazı özel sergileri de oluyor. Biz, Moreau’nun La Fontain Masalları için yaptığı suluboya çalışmalarına denk geldik. 35 adet çalışmanın hepsine hayran kaldık. Boyaların rengini ve canlılığını 21.yüzyılda bu derece koruyor olmasına ayrıca şaşırdık. Müzeden ayrılmadan önce La Fontain için yaptığı suluboya çalışmalarından bir kopyayı ve etkileyici spiral merdivenlerin posterini satın aldık.

Eğer küçük, dopdolu ve başlı başına sanat dolu bu müzeyi ziyaret etmek isterseniz, burayı Mortmartre’ye çıkarken planınıza ekleyin.

Son olarak; Paris’ten dönmeden önce herhangi bir markete girip bavula atmak için biraz ucuz şarap alın. Açtığınızda tadına, kalitesine hayran kalacaksınız. Seçeceğiniz herhangi bir Fransız şarabının kötü olması düşük bir ihtimal.
Ayrıca kuzeydeki Normandiya bölgesinde 18. yüzyılda üretilmeye başlanmış meşhur fransız küflü peyniri Camembert veya Rocamadour isimli keçi peyniri de Fransa’dan dönerken alınabilecek şeylerin en başında geliyor. Camembert yoğun kıvamlı ve alışılmadık kokulu geliyorsa, onu bir de ekşi mayalı ekmeğin içinde tost olarak tüketin. Tabii yanında bir kadeh Fransız şarabıyla..

İRLANDA GEZİ REHBERİ

Zümrüt Ada’dan Merhaba! Öyle bir ülke hayal edin ki; dünya’nın en retina zorlayıcı yeşilliği bu adaya bahşedilmiş. Uçsuz bucaksız çayır çimende koyunlar sığırlar otluyor. Hepsi özgür, yemek istedikleri kadar yeyip, istediklerinde çayırlara seriliyorlar. Tur otobüsünün penceresinden baktığımda farklı yerlere dağılmış sığırların sağa sola sallanan mutlu kuyrukları olmasa neredeyse hiç hareket etmediklerini düşüneceğim. Sanki pastoral bir tablo gibi herşey. Elimi uzatsam içine gireceğim ve herşeyin bir parçası olacağım. Bu muhteşem! İrlanda Gezi Rehberi başlıyor.

İrlanda Gezi Rehberi

İrlanda’nın hikayesi 1600’lü yılların başlarında protestan İngilizlerin bölgeye gelerek Katolik İrlanda halkını himayeleri altına almak istemeleriyle başlamış. 1916 yılında kurulan Katolik IRA’nın  yıllar süren silahlı mücadelesi sonucu, İngiliz sömürüsü en son 6 Aralık 1921’de sonuçlanmış. Ülke tamamiyle 2’ye bölünerek Kuzey İrlanda, Birleşik Krallığa bağlı kalmış. Güney İrlanda ise başkenti Dublin olmak üzere İrlanda Bağımsız Devleti adını almış. İra’nın (İrlanda bağımsızlık örgütü) bağımsızlık mücadelesi ile birçok kanlı olay yaşanmış. 2005 yılında silahlarını bırakan İra’nın kuruluşundan bu yana 3600 kişinin öldüğü çatışmalarda sona ermiş.

Nüfusunun neredeyse tamamı katolik olan ülke halkının geçim kaynaklarının ilki hayvancılık. İrlanda tamamıyla bir kır ülkesi. Topraklarının üçte ikisini çayır ve meralar oluşturuyor. Sığır yetiştiriciliği başta olmak üzere daha cılız bitki örtüsünde koyun yetiştiriyorlar.

Ülke ılıman bir iklime sahip, okyanus etkisi yüzünden her daim yağışlı. Bu sebeple ülkenin tamamı oldukça ıslak ve yeşil. Bunun yanı sıra çoğu zaman da sisli.

İki tane resmi dili vardır. Galce ve İngilizce. Okullarda İrlanda dili mecburidir. Ama halkın çoğu İngilizceyi ana dili gibi konuşur.

İrlanda’yı tariflemek aslında kolay. İngiltere’yi düşünün, içine çok daha yeşil, daha çok yağmur, siyah bira, barlar ve sıcak kanlı insanlar ve müzik ekleyin. İşte İrlanda bu!

İrlanda Gezi Rehberi

NE ZAMAN VE NASIL GİDİLİR?

Kuzeyde olması sizi şaşırtmasın. Bu adada sıcaklığın sıfır derecenin altına düştüğü gün sayısı çok az. Kışın sıcaklık ortalama 4-6 derece arası değişirken yazın 16-18 derece civarında. Yani yılın her dönemi gidilebilir. Yazın en sıcak zamanlarında bile gitseniz yanınızda mutlaka bir hırka, güneş gözlüğü, güneş kremi ve şemsiye bulunmalı. Hava tam anlamıyla değişken ve sürprizlerle dolu :))

Vize konusu şu şekilde; Ülkeye İrlanda vizesi yada İngiltere vizesi ile giriş yapabiliyorsunuz. Ancak son 6 ay içinde İngiltere’ye giriş yapmış olmanız gerekli. İrlanda Avrupa Birliği üyesi ülkesi olmasına karşın Schengen vizesi kabul edilmiyor.

Türk Hava Yolları’nın İstanbul’dan Dublin’e 4.5 saat süren direk uçuşları mevcut. Havaalanından şehir merkezine giden 2 otobüs firması var. Airlink ve Aircoach. Tek yön 7 euro. Ama eğer isterseniz (bence daha avantajlı) 33 euro vererek 72 saatlik sınırsız bilet alabilirsiniz. Bu bilet; havaalanından merkez (airlink) ulaşımı ve şehir içindeki tüm belediye otobüslerini sınırsız kullanım hakkı veriyor. Her otobüs durağının bir numarası var. Otelinize veya evinize en yakın otobüs durağının numarasını öğrenerek haritadan ineceğiniz yeri takip edebilirsiniz. Tüm otobüslerde ücretsiz internet bağlantısı mevcut. (evet,bu çok çok iyi haber) :)) Ayrıca telefonunuza Dublin Bus uygulamasını indirip kendinize rota oluşturabilir veya durağınıza giden otobüs saatlerini takip edebilirsiniz. Her duraktaki ekranlarda gelecek otobüsün dakikası yazıyor. Ulaşım gerçekten çok kolay. Otobüs,tur aldığınız günlerde yorgunluktan ölecekken ilaç gibi gelecek 🙂 Bu arada kartsız tek yön için 2 euro verdik. Otobüslerde para üstü verme gibi bir kavram da yok, unutmayın.

Bunun dışında Dublin yürüyerek çok kolay gezebileceğiniz bir şehir. Her yer en fazla 20 dakikalık yürüyüş mesafesinde. Bu yüzden 72 saatlik karta ihtiyaç duymayabilirsiniz. Bu arada bu kartı sadece havaalanının içindeki standlardan alabiliyorsunuz. Aşağıdaki örnek fotoğraftaki durak numarası 1942. Önünde duran otobüsler ise 13 ve 40

Turlar için buluşma yeri, Molly Malone Heykeli

NEREDE KALINIR?

Şehir çok büyük değil. Guinness’in bulunduğu yerden başlayarak Grand Canal’ın olduğu iş merkezleri bölgesine kadarki alanda konaklama araştırabilirsiniz. Avrupa’nın birçok ülkesinde olduğu gibi Dublin’de de oteller biraz pahalı. Biz bu seyahatimizde nihayet Airbnb evinde kaldık. Ali’nin tüm endişelerine rağmen, 16 aylık bebekleri olan bir ailenin yanında konakladık. Ailenin türkçe karşılama notu, lokal restoran önerileri ve Sasha-Rose bebeğin hediyesi bu seçimi iyiki yaptık dedirtti. Evimiz Guinness bira fabrikasının hemen arkasındaydı. Eğer bu deneyimi sizde yaşamak isterseniz İdeal Airbnb Evi Bulma yazısına mutlaka göz atın :))

airbnb evi bulma

NASIL GEZİLİR?

Eğer ülkeyi tam anlamıyla gezmek ve tanımak istiyorsanız en az 5 gün ayırmalısınız. Biraz koşturmalı bir seyahat olsa da, adanın dört bir çevresini gezmenize yetecektir. Gitmeden önce internetten tur satın alabilirsiniz. Ayrıca birçok müze ve binalara giriş için de online bilet almak hem zamandan hem de nakitten tasarruf ettirecektir. Biz, gelmeden önce Kuzey İrlanda ve Batı bölgeleri turu için Viator‘dan bilet almıştık. Tur şirketlerinin çoğu Irish Day Tour’a bağlı. Buluşma yeri ve ayrıntılar için Satın alma işleminden sonra buluşma yeri ve ayrıntılarla ilgili bilgi maili gönderiyorlar. Ücrete yemek ve içecek ücretleri dahil değil. Gidilen yerler için mesafe uzun ve buluşma saati genellikle sabah 6:30’da. Dönüş saati çoğunlukla akşam 8:00’i buluyor. Yani çok ama çok yorulacaksınız. Atıştırma, kahve ve tuvalet molaları veriliyor panik olmayın. :))

Bizim programımız 4 günlüktü. Ama 5 yapsaydık çok daha rahat edecektik. Çünkü Cork şehrini ve Phoenix Park’ı göremedik.

1.GÜN :

  • Dublin Kalesi
  • Trinity Collage ve Old Library
  • Grafton Caddesi
  • Stephen Green Park
  • Temple Bar

2. GÜN :

  • Kuzey İrlanda Turu: Dunluce Castle, Giant’s Causeway, Carrick-a-Rede Rope Bridge, Dark Hedges ve Belfast

3. GÜN :

  • Batı İrlanda Turu- Galway Bölgesi : Cliffs of Moher, The Burren, Dunguaire Cestle (kinvarra), Galway

4. GÜN

  • Guinness Storehouse
  • Christ Church Cathedral
  • St. Patricks Cathedral
  • O’Connell Caddesi
  • Mary Caddesi

5. GÜN

  • Cork şehri turu (güney irlanda) yada Phoenix Park

Dublin Kalesi‘nin içine girmedik. Bence kaleye dışarıdan bakmak ve etrafında yürümek daha güzeldi. Kale 13.yüzyılda inşa edilip çok kez yenilenmiş. Zamanında Vikingler ve İngilizlerin kullandığı kale iyi fotoğraf kareleri oluşturuyor.

Trinity Collage, Jonathan Swift, Oscar Wilde ve Samuel Beckett gibi Dublin’li birçok ünlünün mezun olduğu prestijli bir üniversite. Kuruluşu 16.yüzyıla kadar dayanıyor. Kampüs alanı çok büyük ve yeşil. Farklı yerlerinde Dublin’li matematikçi, yazar veya siyasetçilerin heykelleri bulunuyor. 200 bin kitabın bulunduğu fantastik bir kütüphanesi var. Harry Potter’ın da çekimlerinde kullandığı kütüphaneye bakmaya doyamadım diyebilirim. The Old Library içinde aynı zamanda Book of Kells ‘in bulunduğu bir müze var. Book of Kells; Kelp rahiplerin MS 800 yılında yazmış olduğu 4 incilin bulunduğu el işlemeli kutsal kitap. Sırf bu sebepten Hristiyanların yoğun ilgisini görüyor. İçeri giriş 13 Euro.

Burası gerçek bir edebiyat şehri. Zengin bir edebiyat mirasına sahip. Unesco tarafından ”edebiyat başkenti” seçilmiş. Parklarda çimlere yayılmış gençler ellerindeki kalın kitapları okuyorlar. Her köşede hatta pubların içinde bile yazarların heykelleri çıkıyor karşınıza. Bu şehirde insan edebiyattan ölebilir. Şiir yazar şair olur, geleneksel irlanda hikayeleriyle roman yazar. O kütüphaneden çıkmaz, araştırmaktan öğrenmekten delirir. Okur, okur. Biraz Samuel Beckett’tan, biraz Oscar Wilde’den ama çoğu zamanda James Joyce’dan birşeyler. Kimse İrlanda’yı Joyce kadar anlatamasa da dener, yazar, karalar. Mutlaka elin kaleme kağıda değer. Bu ülke, bu şehir insana bunları yapar.

Grafton Caddesi, şehrin en ünlü caddelerinden biri. Sağlı sollu mağazaların bulunduğu trafiğe kapalı cadde alışveriş meraklılarının seveceği bir yer. Buradan yürüyerek Stephens Green Park‘a ulaşabilirsiniz. İçinde küçük bir göl ve çokça ördek göreceğiniz park en eskilerinden bir tanesi. Çimlerine uzanıp biraz dinlenebilirsiniz. Hazır şehrin bu tarafındayken, Las Tapas de Lola‘ya uğrayıp enfes tapaslarından yiyebilirsiniz. Dublin yeme-içme rehberini farklı bir yazı da anlatacağım.

Temple Bar, aslında bir bölge adı. Barlar bölgesi. Ama içinde Temple Bar adında bir bar da var. Ve burası turistler tarafından en çok fotoğraflanan popüler bir bar. Öncelikle şunu söylemeliyim. İrlanda’da bir pub’da eğer canlı müzik yoksa onu pub’dan saymıyorlar. Yani girdiğiniz tüm barlarda mutlaka canlı müzik oluyor :)) İrlandalı müzik gruplarının ezgileri sokakları şenlendiriyor. Asla rahatsız edici bir gürültü değil. Tam aksine müzik duyduğunuz anda içeri girmek bir bakıvermek istiyorsunuz. İçerisi tıklım tıklım, kapının önüde. Çoğu İrlandalı siyah birasını alıp kapının önünde sohbete başlıyor. Binalardan rengarenk çiçekler sarkıyor. Herkes sarhoş. Gündüz bile sarhoş. Ama hiçbir taşkınlık yok. Buraya gelmeden okuduğum bir yazıda spor salonlarının kapısına ”lütfen sarhoş gelmeyin” tabelası konduğunu okumuş ve çok gülmüştüm. Şimdi daha iyi anlıyorum. Onlar sarhoşluğu gerçekten seviyorlar. :))

KUZEY İRLANDA

İngiltere’ye bağlı, başkenti Belfast olan ayrı bir ülke. Burada euro kullanılmıyor. Marketten su bile alacak olsanız cebinizde pound olması gerekli. Kasada duran çocuğa 2 euro uzattığımda, suratıma ona küfür etmişim gibi baktığını hiç unutmuyorum. Durumun Güney ve Kuzey İrlanda arasındaki husumetten kaynaklandığının da farkındaydım aslında. Bölgeye geçerken herhangi bir vize, pasaport kontrolü olmuyor. Bu bölgeye Viator’dan aldığımız günübirlik tur ile ulaştık. Giant’s Causeway turuna iki kişi için 130 Euro ödedik. Gidiş yaklaşık 3,5 saat sürüyor. Sabah 6:15 te buluşma yerine ulaşmak için 5:30 da yola koyuluyoruz. Bu saatte otobüs olmadığı için evimizden merkeze 30 dakika yürüyoruz. Her yer kapalı. Bir yer hariç. Buluşma noktasına yakın olan Keoghs Cafe. Buradan sıcak bir bardak kahve ve bir parça kek alıp bekleme yerine geçebilirsiniz.

The Dark Hedges, Game of Thrones sevenlerin hatırlayacağı esrarengiz bir yer. Arya Stark’ın Gendry ve Hot Pie ile King’s Landing’den kaçtığı yol sahnesini hatırlayan var mı? Dizide karanlık ve sisli olan yol, şansımıza güneşli ve pırıl pırıldı. Sağlı sollu kayın ağaçlarının sakladığı yol biraz korkutucu, biraz da ilginç bir görüntü oluşturmuş. 300 yıllık kökleri üzerinde duran bu eski kayın ağaçlarının her an canlanacağını bekleyerek yürüyorsunuz yolda. Onlar sanki dallarını birbirine uzatarak fısıldaşıyor gibiler. Büyülü yolun sonunda bir ev var. Bahçe kapısı geriye kadar açık. 18. yüzyılda yaşayan Stuart ailesi malikanelerine giden bu yola dikmiş kayın ağaçlarını. Amaçları evlerine gelen misafirleri etkilemekmiş. Misafirleri bilmem ama biz bu Karanlık Çitler’den gerçekten çok etkilendik.

Carrick-a-Rede Rope Bridge: Atlantik sularının İzlanda’yaa bakan bu kuzey yamaçlarında, ana karadan kopmuş bir adaya bu halat köprüyle geçiliyor. Somon avlamak için adaya gelen balıkçılar bu halat köprüyü tam 150 yıl önce yapmışlar. Zamanla turistleri kendine çeken bu tatlı-sert köprü 2004’te turist akınına uğrayınca yenilenmek zorunda kalmış. 2008 de de yenilenmiş. Çok rüzgarlı bir bölge olduğundan biraz sallanıyor. Uzunluğu 20 metre olsa da üzerinden yürürkenki his çok daha uzun hissettiriyor. Yağmur olmadığında daha az korkutucu. Yani endişe etmeye gerek yok. Ama siz yine de google’a ”dünya’nın en tehlikeli köprüleri” diye aratıp listeye bir göz atarsanız, günah benden gider. :))

Rope Bridge

Köprü’yü öyle böyle geçebildikten sonra :)) manzara inanılmaz! Burada hiçbir şey yapmadan ve hiç konuşmadan 5 saat oturabilirdik. İkimizde aynı fikirdeyiz Ali ile. Turla gitmenin en olumsuz yanı bu sanırım. Daha fazla kalmak istediğiniz bir yerde kalamamak. Bu arada yurt dışındaki 2. tur deneyimimizdi. İlki gibi (Cape Town) memnun kalmış olsak da sevdiğimiz yerlerde daha çok kalamamak  yine en çok ofladığımız şey oldu.

Giant’s Causeway; Efsaneye göre; Çok uzak zamanlarda burada yaşayan İrlandalı Dev FINN MCCOOL İskoçyalı devi alt edebilmek için denize bu taşları koyar ve kendine bir yol oluşturur. İskoçya’ya gidip uyuyan devi görür. Devin karısı telaş içinde uyuyanın bebekleri olduğu yalanını uydurur. Dehşete düşüp hayatından endişe eden Finn, İrlanda’ya geri dönerek arkasında inşa ettiği yolu talan eder. Bilimsel açıklamasına gelirsek de; birkaç milyon yıl önce volkanik patlama sonucu oluşmuş lav birikintilerinin soğuyup büzüşmesi sonucu oluşan taşlardır. Çoğu altıgen olan bu taşların böyle simetrik oluşması burayı en ilginç kılan şey olmuş. Ali kesinlikle hiçbir açıklamaya inanmayarak kendi hikayesini yazdı ve buranın uzaylılar tarafından yapılmış olacağına inandı. Giant Causeway’i ziyaret eden doğabilimci Joseph Banks ise, tüm bunlar için “basit oyuncak evler …” ifadesini kullanmış. Belki o da benim gibi orijinal hikayeye daha çok inanmak istemiştir, kim bilir?

Dunluce Castle; Uzun süredir ıssız olan bu kale, ortaçağdan kalma ve büyük bir kısmı yıkık. Bu durum, uçurumun tepesindeki kalenin heybetinden hiçbir şey eksiltmemiş olacakki, Greyjoys’un demir ada sahneleri bu kalede çekilmiş. Elbette bir çok filmde olduğu gibi  CGI (Computer – generated imagery, yani bilgisayarla yaratılmış görüntü) kullanılarak kalenin tamamlanması sağlanmış. Teknoloji, mükemmel birşey!

Belfast; Kuzey İrlanda ülkesi’nin başkenti. İrlanda ile yıllar süren çatışmaların en çok can aldığı şehir. Çatışmalar ile ilgili birçok duvar resmi mevcut. Kuzey’in tamamı gibi biraz hüzünlü ve garip bir his uyandırıyor. Yaşananlar her duvar resminde aklınıza geliyor.  Aksanları delice, bazen hiçbir şey anlamıyorsunuz. Parlamento Binasının bahçesinde oturabilir, alışveriş caddelerini gezebilirsiniz. Ayrıca Titanic’in İrlandalı gemi ustaları tarafından yapılıp denize indirdikleri limanı görebilirsiniz. Bir İngiliz’in konuşmasından örnek;

– belfastta 2 sene yasadim, ama katoliklerin yasadigi kisimlara hic gitmedim.
– neden?
– ingiliz oldugum anlasilirsa, benim icin iyi olmazdi cunku.
– nereden bileceklerki ingiliz oldugunuzu?
– aksanimdan anlarlar.
– ben gitsem bir sey yaparlar mi peki*?
– hayir -gulerek-, cunku sen ingiliz degilsin.

BATI İRLANDA

Cliffs of Moher; Galway bölgesindeki bu turu almamızın sebebi dünyada görülmesi gereken noktalardan biri olan Cliff of Moher’di. Yırtıcı Atlantik Yolu olarak adlandırılan sürüş yolunun bir parçası. Falez yüksekliği  214 metreyi bulabilen ve Atlantik kıyısı boyunca 8km uzanan Moher uçurumları şaşkınlık verecek kadar güzel. Uçurumun kenarında esen rüzgara karşı koyabilmek ve aşağıdaki kayalara çarpan dalgalara bakabilmek cesaret istiyor. Çimler genellikle ıslak ve çok yumuşak. Hatta bazı yerlerde bastığınız yer içeri batıyor. Uçurumdan aşağı bakarak fotoğraf çekileceğim diye fazla riske girmeyin. Çünkü toprağın kopma riski var. Giderken iyi bir bot giymek ve yağmurluk almak yapılacak en iyi şey. Manzara dehşet verici. Uzun süre kalıp izlenilesi.

The Burren; Atlas okyanusu kıyısındaki bu yer 350 yıl önce bir deniz tabanıymış. Yıllar sonra yüzeye çıkan bölge buzul çağını da geçirdikten sonra bu hale gelmiş. Taş yüzey çok büyük bir alanı kaplıyor. Böylesi bir arazide bile inatla yaşam bulan çiçekler, umudun olduğunu bana hatırlatan ayrıntılar.

Doolin; Moher uçurumlarına yaklaşık 7 km mesafedeki minicik şirin köy. Küçük olduğuna bakmayın, yeterince kalacak yer, restoran, pub ve mağaza mevcut. Şehri görüp gezdiğimiz için tekrar gelecek olsak şehirde kalmak yerine böyle bir kırsalda kalmayı tercih ederiz. Görünce siz de seveceksiniz. Öğlen yemeğini bu kasabadaki bir restoranda yedik. Fish and chips tazecik ve lezzetliydi. 

Galway; Asırlık binalar, şirin barlar ve sokak müzisyenleriyle bayıldığımız bir şehir. Guinness şanını burada yerel biralara devretmiş. Çok çeşitli yerel biralar tatmak için barmenden yardım isteyebilirsiniz. Buna çikolatalı sütlü olanı da dahil :)) Alışveriş caddesinde 14’üncü yüzyıldan kalma Lynch’s Castle’a uğrayın. Yapı 1930 larda restore edilmiş. Şuanda AIB Bank kullanıyor. Birçok ev yapımı dondurmacı ve şirin butiklerin olduğu caddede İrlandalı müzisyenler çok başarılı. Uzun süre onları dinlemek için zaten azıcık olan zamanımızı kullandık. Yakında youtube kanalındaki ilgili başlıklı videodan izleyebileceksiniz. Çok şanslısınız ;))

Guinness Storehouse; Dublin’i Dublin yapan en önemli şeylerden biri  1759 Yılında Arthur Guinness tarafından kurulan bu fabrika. Üretim halen burada yapılmakta olup, storehouse müze olarak kullanılmaktadır. Kapıda giriş ücreti 20 euro. Online alırsanız 14 euro. 7 katlı bu binada bitkilerin hasadı, fermantasyon süreci, fıçıların yapımı, tadım, hatta bir guinness bardağına birayı doldurup servis etme şeklini bile öğreniyorsunuz. Barın arkasına geçip stout biranızı kendiniz dolduruyorsunuz. Tabii belli şartları var. Eğer başarılı olursanız, size bir sertifika veriyorlar. Giriş ücreti pahalı gibi görünse de kendi doldurduğunuz buz gibi bira eşliğinde, en üst kattaki Gravity Bar’ın 360 derecelik Dublin manzarası size herşeyi unutturuyor. Siyah Bira (Stout) en çok tercih edilen. Burada ortalama 3 saat harcayacağınızı hesaba katın. Şimdi, Cheers!!! :))

O’Connell ve Mary Caddeleri şehri ikiye ayıran Liffey nehri’nin diğer tarafında kalıyor. Bu nehir üzerinde birçok güzel köprü var. Her biri fotoğraflanmayı hakediyor. O’Connell şehrin alışveriş caddelerinden biri. Mary Caddesinde ise güzel butikler var. Alışveriş tutkunları buralara mutlaka uğrasın. Ayrıca google, facebook ve airbnb binaları da Dublin’de. Önceden randevu alarak binaları gezebilirsiniz.

Dublin

SON OLARAK;

Keşke burada kalıp daha çok leprikon avına çıksaydım. Daha çok siyah bira içip, zihin uçuran manzaralarda daha çok hayale dalsaydım. Adanın özgürlük mücadelesi hikayelerini, kızıl saçlı renkli gözlü insanlarından tekrar tekrar dinleseydim. Çayırlarında otlayan koyunların arasına uzanıp daha çok James Joyce okusaydım.

Tekrar geldiğimde; gökkuşağının sonundaki evde yaşayan yeşil cini bulup, yakalayacağım. Eğer gözlerimi hiç kırpmadan ona bakabilirsem asla kaçamayacak ve onu serbest bırakmam karşılığında 3 dileğimi gerçekleştirecek. 

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

İrlanda Gezi Videosu 

KOPENHAG GEZİ REHBERİ

Danca’da ticaret limanı anlamına gelen København Danimarka’nın başkenti ve nüfusu en kalabalık şehridir. En kalabalık dediğime bakmayın. Ülkenin tamamının nüfusu yalnızca 5600 milyon. Anayasal Monarşiyle yönetilen Kopenhag, kaleleri, sarayları, müzeleri ve tarihi yapıları ile düzenli ve korunaklı bir şehir.

Dünya’nın en zengin kentlerinden biri olan Kopenhag ’da yaşam refahı ortalamanın çok üzerinde. Ayrıca dünyanın en mutlu insanlarının yaşadığı söylenen Kopenhag yeşilin her tonuna sahip bir doğa cenneti olduğu gibi, yaşam haklarının titizlikle korunduğu modern de bir şehir. Şehir dendiğinde akla gelen tıklım tıklım beton binalar, gürültü ve egzoz kokusundan çok ama çok uzakta. Gelişmiş bir tren-metro ulaşım sistemi ve gurur duyabilecekleri bisiklet yolları var. Şehrin bisiklet trafiğine öyle hayran kaldım ve vintage bisikletlerin güzelliklerine şaştım ki, kendimi burada ikinci el bisiklet araştırırken buldum. 

Ülkede para birimi Danimarka Kronu ve 1 TL yaklaşık 1.86 DKK etmekte. Kimse popüler avrupa şehirlerinin arasına Kopenhag’ı eklemez, bu bir gerçek. İsveç gibi daha turistik İskandinav ülkelerinin yanında ismi daha sönük kalsa da, gidince insanı mahcup eden bir ülke burası. Masal gibi yapıları, pastoral renkleri ve ekolojik karakteriyle insanı kendine hayran bırakabiliyor. En can arkadaşım, kardeşim Ankara’dan buraya taşınmasa herhalde gelip görmek aklıma bile gelmezdi.

Kopenhag şehir

kopenhag bisiklet

Kopenhag’da Ulaşım

Şehiriçi ulaşım tren, metro, otobüs, taksi ve bisiklet ile çok çeşitli. Tren biletlerini istasyonlardaki otomatlardan ve 7elevenlardan alabiliyorsunuz. Otobüs biletlerini yine 7eleven ve otobüsün içinden daha pahalıya alabilirsiniz. Benim tavsiyem; ülkeye girdiğinizde havaalanındaki otomatlardan anonim Rejsekort kart almanız ve içine bakiye yükletmeniz olacak. Böylece gittiğiniz zone ‘un yakınlığına göre size tek gidiş ücretinde indirim sağlayacak. Londra’yı ziyaret edenler bilir. Zone’lara ayrılmış şehirde trenle geçtiğiniz her bölge için ulaşım maliyetiniz artıyor. Bu karta sahip olduğunuzda yapmanız gereken şey, istasyona geldiğinizde trene binmeden kartınızı check in noktalarına okutmak. İndiğinizde ise check out yapmak. Böylece kaç durak gittiğinize göre daha ucuz yolculuk yapabilirsiniz. Yine de şehirdeki en pahalı şeylerden 2.’si ulaşım.

 

Kokkedal tren istasyonu

Kopenhag ‘da Yaşam

Her gün işe gidiyor olmak bu ülkede yaşayan insanları yormuyor. Çünkü metrobüs sırası yok. Zaten yorgunken birde ayakta 45 dakika yol gitmek yok. 16:30 da işten çıkıp bisikletle merkeze gitmek ve Nyhavn’da arkadaşlarla bir şeyler içmek harika. Yazın günler uzun, hava 23:00’e doğru anca kararıyor ve sabah 5’te apaydınlık oluyor. Tabii bu yazın böyle. Kışın genelde günler karanlık ve kısa. Sosyalleşme az. İnsanlar genelde işten çıkıp evlerine geliyorlar. Avm’ler ve birçok dükkan 5-6’da kapanıyor. Zaten yemek içmek de çok pahalı. Dışarıda genelde evden yanlarına aldıkları yiyecek içecekleri tüketiyorlar.

 

Piknik yapmak hiç bu kadar zorunlu ve eğlenceli olmamıştı. Zorunlu diyorum çünkü evde bir şeyler hazırlamakla dışarıdan almak arasında çok fazla fiyat farkı var. 500ml su bile 20 kron. Yani 10 tl :)) Çeşmeden doldurup yanına almak en doğrusu. Eğlenceli kısmı ise, örtünü serip sakin sakin piknik yapacağın çok alan var. İnsan az olunca herşey daha sakin ve huzurlu. Bisikletlerimizle istediğimiz yere sürüp çantamıza doldurduğumuz çeşit çeşit yiyecek ve içecekle harika zaman geçirdik. Her gün yapalım desen sıkılmadan yaparım. Bir gün ormanda, bir gün sahilde kumlarda, bir gün yine sahile bakan çimlerdeki ağacın altında. Bir gün bir kalenin büyük bahçe manzarasında.

 

IMG_0614

 

Bu şehirde spor yapmak için üşenen kimsenin olabileceğini düşünmüyorum. Ama yine de ülkemizde hiç yaşamadığımız bazı şeyler sorun olabiliyor. Evden çıkıp ormanın içinde koşmak mı yoksa sahildeki yolda yürümek mi kararsız kalıyorsunuz. Ertesi sabah golf mü oynamalı yoksa at mı binmeli emin olamıyorsunuz. Sağlıklı ve ekolojik ürünleri satın almak konusunda evin arkasındaki marketi mi yoksa merkezde adım başı marketlerden birini mi tercih etmelisiniz? Bazen bilemiyorsunuz? Birde Danimarka yeşili diye birşey var bence. Yada tarihin Mayıs olmasından kaynaklı. Ağaçlar öyle fosforlu bir yeşil ki, şaşırmakla taktir etmek arasında bir yerde kalıyorsunuz.

 

 

Bisiklete binmek asla spor sayılmıyor, kızların çoğu topuklu ayakkabıları, minicik etekleri ve on numara özgüvenleriyle bisiklet kullanıyor. Erkekler, takım elbise ve şık ayakkabılarıyla işe giderken bisiklet sürüyor. Caddeler o kadar güzel duruyorki. Bu şehirde kişi başına bir bisiklet düşüyor. Yani insan sayısı kadar bisiklet var. Bisiklet park alanını ilk gördüğümde nasıl karışmıyor veya nasıl çalınmıyor demiştim? Evet ülkedeki tek hırsızlık bisiklet için oluyormuş, öğrendim :)) Ama onca güzel ve ilgi çekici bisikleti görünce benimde aklıma gelmedi mi? Geldi :))

 

 

Kopenhag Nasıl Gezilir?

Şehrin merkezi ve kıyı şeridi, yürüyerek gezilebilecek uzaklıkta. Kıyı şeridinden iç kesimlere yürüyerek yada kısa duraklı otobüs ve metro kullanarak gezebilirsiniz. Eğer kale, saray ve müze gezecekseniz Kopenhag Kart almak en avantajlısı. Turist Bilgi Ofislerinden 24, 48 ve 72 saatlik kart aldığınızda tüm müze, kale ve bahçelerin giriş ücretleri ve ulaşım masraflarınız ücretsiz. Her girişte bilet gişesine kartınızı gösterip bir onay kartı almanız gerekli. Bu yüzden şehre gelmeden gezi planınızı günü gününe yapmanızı öneririm.

3 günlük Kopenhag Kart ile gezmenizi önereceğim yerleri gün gün sıraladım. Faydası olacağını düşünüyorum. Daha az veya çok gününüz varsa kendinize göre bir plan çıkartabilirsiniz.

1.GÜN

  • Küçük Deniz Kızı Heykeli
  • Amalienborg Kalesi
  • Design Museum
  • RosenBorg Kalesi
  • Round Tower

2.GÜN

  • Carlsberg Bira Fabrikası
  • Glyptotek
  • NyHavn Kanal Turu

3.GÜN

  • Frederiksborg Kalesi
  • Helsingor Hamlet’in Kalesi

Østerport istasyonunda inip Küçük Deniz Kızı Heykeli’ni görerek gezmeye başlayabilirsiniz. Rosenborg Kalesinin hemen yakınında bulunan Torvehallerne Market’e de mutlaka uğrayın. Çiçek ve meyve-sebze pazarı, envai çeşit şarküteri ve deniz ürünleri var. Pazardan güzel peynirler alabilir, Gorm’s ta harika pizzalarla karnınızı doyurabilir yada Coffee Collective’in popüler kahvelerinin tadına bakabilirsiniz.

 

 

 

Round Tower; 17. yüzyılda yapılmış, Kopenhag ’ı kuşbaşı izlemenizi sağlayacak tarihi bir gözlem kulesi. Gözü karartıp çıkmalısınız. Desing Museum’un arka bahçesi huzur ve dinlenme için en güzel yer, kesinlikle atlamayın. Müzenin shop’u diğerlerine göre en sevdiğimdi. Amalienborg Kalesi‘nde askerlerin yürüyüşlerine denk gelirseniz ilginç olabilir.

 

 

Carlsberg Bira Fabrikası, bira yapımı ve tadımı için harika. Glyptotek, tüm müze ve kaleler içinde en çok görmek istediğim yerdi. Çok iyi bir heykel koleksiyonu var. Kolay geziliyor. Girişteki yaz bahçesine bayılacaksınız. NyHavn; minyatür Amsterdam gibi. Viking tarzı evler farklı renklerle bitişik bitişik dizilmiş. Ortasından geçen kanalda tekne turları düzenleniyor. Turlar rehberli ve Kopenhag ’ın tüm önemli noktalarını anlatıyor. Mutlaka yapmanız gerekenler listesinde.

Sonrasında Danimarka sınırları içinde özerk bölge olan Christiania’ya uğrayın. Tabelasından içeri adım attığınız anda Freetown adı verilen bu bölgede tamamen özgürsünüz. Herkes istediğini yapmakta özgür ve kimse kimsenin özgürlüğünü engelleyemez. Burası insanların kendi evlerini kurduğu, duvarlarını istedikleri gibi boyadığı ve kendi kanunlarıyla yaşadığı bir kasaba. Hippi yaşamın devam ettiği, duvarların grafitilerle süslendiği, entellektüel ve sanatçıların yaşadığı bölgede esrar bulundurmak ve kullanmak serbest. Dolayısıyla bölgede marihuana yaprakları en popüler yeşil sayılıyor. Büyük bir tabelada yasakların altı çok net çizilmiş. Fotoğraf çekmek, koşmak ve kavga etmek kesinlikle yasak. Koşmak paniğe sebebiyet veriyormuş :)) Serbest olan ilk şey ise; eğlenmek! :))

 

Hamlet’in Kalesi

Helsingør Hamletin Kalesi olarak bilinen Kronborg Slot şehrin kuzeyinde. Hayatımda gördüğüm en etkileyici kale. 1600’lü yıllarda kale, boğazdan geçen gemi ve korsanlardan vergi almak amacıyla kullanılmış. Bu sebepten zaman içinde birçok saldırıya da maruz kalmış. Bir dönem hapishane olarak kullanılarak mahkumlar kalenin güçlendirilmesi için çalıştırılmış. 2000 yılında Unesco Listesine dahil edilmiş.Ayrıca Shakespeare hiç görmediği halde en ünlü trajedisi Hamlet’i bu kaleden esinlenerek yazmış. Kale, oyunun geçtiği mekan olarak kullanılmış. Shakespeare’in ölümünden sonraysa kale’de Hamlet’i oynamak gelenek haline gelmiş. Lawrence Olivier, Derek Jacobi, Jude Law kalede Hamlet’i oynayan isimlerden birkaçı. İçindeki bir odada oynayanların resimleri sergileniyor.  Mahzenleri, odaları, bahçesi ve manzarası gerçekten çok etkileyiciydi. Kale çok büyük ve gezmek yorucu. Zaman nasıl geçiyor anlamıyorsunuz. Buraya gelirken yanınıza atıştırmalık bir şeyler almayı unutmayın. Bahçesinin denize bakan tarafında karşıdaki İsveç kıyılarını izleyerek soluklanabilirsiniz. Çıkınca da Helsingør ‘ün kasabayı andıran sokaklarını mutlaka gezin. Tren Gar’ı inanılmaz havalı :))

Denizden çıkarılmış çöplerden yapılmış heykel.

 

Listemde olmasına rağmen Frederiksborg Kalesi’ne ben gidemedim ama birkaç ay sonra tekrar geldiğimde ilk gideceğim yer bu kale. Harika bir bahçesi var, Şehrin kuzeyinde kaldığı için, Helsingør’e gittiğiniz güne eklemek mantıklı.

Kopenhag’da Yemek ve Alışveriş

Akla gelen ilk şey elbette balık ama aslında Danimarkalılar daha çok et (çoğunlukla domuz) ile besleniyorlar. İskandinav mutfağının popülerleşmesi ile Danimarka da geleneksel mutfağının yanına yenilikler eklemiş. Dünyada hızla yayılan Raw Food ve organik beslenmeyle kafayı bozmuş olanlar için alternatifleri çoğaltmış. Her markette sağlıklı ekolojik ürünler satılıyor. Restoran ve kafelerde sağlıklı olduğu kadar lezzetli de beslenmek mümkün. Danimarka mutfağının bu kadar popüler olmasını sağlayan şeylerden en büyüğü kuşkusuz, Noma. Henüz bilmeyenler için Noma tam 4 kez ”dünya’nın en iyi restoranı” seçildi. Sadece yerel malzemeler kullanılması en önemli özellikleri. Sırf bu yüzden havyar, trüf mantarı gibi yerel olmayan malzemeleri mutfaklarına sokmuyorlar. 2 Michelin yıldızına sahip restoranda yemek yemek istediğinizde aylar önceden rezervasyon yapmanız gerekiyor. Noma’nın uzun bekleme listesine adınızı yazdırmanızla yaklaşık 250 euro’luk bir hesabı gözden çıkartmanız doğru orantılı.

Danimarka, en çok Michelin yıldızına sahip ülke olma özelliğiyle de turist çekmeye devam ediyor. En popüler yiyeceği Smørrebrød adını verdikleri bir çeşit açık sandvich. Çoğunlukla çavdarlı çekirdekli özel bir ekmeğin üzerine sürülmüş peynir veya humus veya avokado üzerine çeşitli deniz ürünleri veya sebzelerle süslenmiş ekmekler, her yerde var. Lokal yiyecekler tatmak isteyenler için öncelikli. Ben ilk Smørrebrød’ümü Papirøen adlı mekanda yemiştim. Burası daha çok gençlerin takıldığı, akşamüstü müzik ve eğlencenin olduğu bir sokak yemeği alanı. İstediğiniz restoranın standından yemeğinizi alıp sıralanmış masalarda tanımadığınız insanlarla oturup yiyorsunuz. Gün batımında açılıp kapanan sandalyelerde oturup sohbet ederken, müzikle küçük çaplı partileyebiliyorsunuz. En sevdiğim mekanlardan biri. Mutlaka uğramanız gereken bir yer.

IMG_2475

IMG_1022

 

Peki 3. dalga kahveciler için ne söylenebilir? Adres belli. Kopenhag ‘da en sevilen kahve zinciri The Coffee Collective. Organik kahvecilik tanımlamalarıyla Danimarka’ya tam tamına uyan, sabah 7 de sokaklara kahve kokusunu salan dükkanları birçok yere dağılmış durumda. Peki şehrin pahalı olduğunu en iyi nereden anlıyoruz? Bir bardak kahveye verdiğimiz 40 kron (20 tl) ile.

The Coffee Collective

 

Raw Food dünyasında kalbi hızla çarpanlara en güzel mekan; 42Raw. İlk gelişimde yiyecek kalmamıştı ve oflayarak geri dönmek zorunda kaldım. İkincisinde hem Acai Bowl hem de özel salatasını deneme fırsatı buldum. Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki ödediğim paraya fazla fazla değdi. Her gün gelip herşeyi yiyebilirim. Bir sonraki seyahati sırf 42Raw için iple çekiyorum :)) Mekan da raw tariflerin olduğu bir yemek kitabı’da satılıyor. Saat 5 te yemek bitebilir, bu yüzden erken gelin.

 

42Raw

 

42Raw ‘da yemek kalmayınca keşfettiğimiz bir diğer harika mekan Paleo. Hemen yan yanalar. Menülerinde nefis bir yeşil sos ve badem kullanıyorlar. Tavuklu salatamı mideme indirirken gözüm tabakların güzelliğindeydi :))

 

IMG_0824

Aesop Copenhagen

Alışveriş konusunda çok çeşitli seçenekler var. Bana kalırsa buradan giyim ve kozmetik ürünleri alınmaz. Ama ıvır zıvır ev eşyalarında çok çeşitli ve uygun fiyatlı seçenekler mevcut. Bir de dünyanın en güzel kokan el kremi markası Aesop‘un şubeleri bulunuyor. Türkiye’den siparişle daha pahalıya geldiği için ben buradan aldım. Yanında harika bir yüz maskesi ve serumu ile birlikte en pahalı alışverişti. Market market dolaşıp ekolojik makarna, peynir, tohum, ekmek, ekmek unu vs alışverişlerim dışında başka da birşey almadım zaten. Ama yine gitsem bavul dolusu ekmek getirebilirim. Bu da benim alışveriş tarzım :)))

Marketlerde poşet yok, herkes kendi alışveriş çantasını yanında taşıyor. İstanbul’da markette aldıklarımı kendi alışveriş çantama koyarken sırada bekleyenler ve kasadaki kızın bakışları burada yok :)) İnatla bizimde böyle bir ülke olma hayaliyle alışveriş çantamla gezmeye devam edeceğim. Ne güzel bir adet ve çevreci bir yaklaşım değil mi? Alışveriş çantası demişken, en güzel ve uygun fiyatlı olan birini Søstrene Grene‘de buldum. Ürünlerine mutlaka bir göz atın.

Papiroen

 

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

                       Sinem Güneş Sedef – Gökay Sedef

 

SEVGİLİ LONDRA

Sevgili Londra, seninle 2008 yılında tanıştığımızda ilk yurt dışı deneyimim olduğundan ne yapacağımı şaşırmış, gerçek bir turist gibi tüm popüler yerlerine saldırmıştım. O Big Benler, London Eye lar, London Bridge ler fotoğraf çekmekten eskimişti :)) O zamanlar aynı evin küçük bir odasını paylaştığım arkadaşım Alev  ile beraber harika bir 3 hafta geçirmiştik. Şimdilerde; Ali ile beraber yeniden seni görmek istediğimizi hatırlayıp dolu dolu planlama yaptık birlikte. Bu sefer daha az turist olacaktık ikimizde. Gün gelip sana geldiğimizde gerçek yüzünü haşince gösterdin bize. Soğuktun Londra, çok soğuktun işte. Meğer tüm yıl zaten karamsar ve melankolik olan tavrın Şubatın bu birkaç gününde itici bir donduruculuğa dönüşüyormuş. O da bize denk geldi, iyi mi?

Londra Gezi Rehberimize müzelerle başlayalım… Gittiğimiz gibi eşyaları otele bırakıp British Museum‘a koştuk. Daha önce gezmediğim bölümleri de gezdim bu kez. Gerçekten aşırı yoruluyorsunuz çünkü çok büyük. Ingilizlerin farklı ülkelerden elde ettikleri eserler sergileniyor, mesela Türkiye’den Kütahya porselenler mevcut. Mısırdan alınmış mumyalara ağzınız açık bakabilirsiniz. Buradan çıkar çıkmaz bir başka önemli olan bir müzeyi ziyaret ediyoruz.  National Gallery. Burada da harika sanat eserleri mevcut. Birbirinden farklı tarzda resimler, muazzam çerçevelerle duvarları süslemiş. Yine çok büyük olduğundan iki müze ziyaretini farklı tarihlere yaymak mantıklı olan. Ama bizim ziyaret listesi biraz kalabalıktı, bu sebeple ilk gün biraz yorucu oldu.

Sıra dünyanın en çok ziyaret alan 7 müzesinden biri olan Tate Modern’ de. Modern sanat pahalıdır iddiasına kafa tutan, içerideki birçok eserin ücretsiz görülebileceği, yeri güzel, manzarası güzel, shop’u çok güzel müze. Binasını kırmızı telefon kulübelerini tasarlayan Sir Giles Gilbert Scott isimli mimar yapmış. Çok beğeneceğinizi düşünüyorum. Üst katındaki kafe de oturup Thames Nehrini izlerken bir fincan kahve için. Yorgunluğunuzu direk silip süpürecektir.

IMG_8645-horz

 

Notting Hill’ de Bir Cumartesi

Şimdi günlerden Cumartesi. Yani bugün pazar var. Nerede? Notting Hill’de. Portobello Pazarı ikinci el, vintage ve yeni birçok malzemenin satıldığı bir açık pazar. Undergrand ile Notting Hill istasyonunda inip dümdüz ilerliyorsunuz. Elinde pazar arabaları ile yürüyen insanları göreceksinizdir.

O gün neler bulacağınız bilinmez, her hafta farklı şeyler düşüyor pazara. Dikkat edin, bazı eskiler çöpten yeni çıkarılmış olabilir :)) Ama gerçekten birçok şey orijinal. Eski tenis raketleri, amerikan futbolu topu, deri boks eldivenler, çiçekli ingiliz porseleni çay kupaları, sütlükler, çeşit çeşit suni kürkler, kürk şapkalar vs. Çılgına dönmeniz an meselesi. Her tezgah ayrı heyecan. Ayrı bir kalp krizi nedeni. Yanınıza bolca nakit alın ki, beğendiğiniz o güzelim eşyaları ağlayarak tezgaha geri bırakmak zorunda kalmayın. Altın sikkelerinizi  Oxford ve Regent Street gibi caddelerdeki burnu iki karış yukarıda mağazalarda bitirmeyin. Altın sikke ne mi? Tabii ki pound sevgili dostum. Ingiliz Sterlini şurda 4.8 lira olmuş, ne sanıyorsun? Şişe su bile alsak pound hesabı yapmaktan manik depresif olduk. Hem bulduğun farklı eşyalara sevinip hem oflamak neymiş gidince anlarsın :)))

 

IMG_8794

 

 

 

IMG_8820

 

Turistik yerlere geçelim şimdi. Piccadilly Circus bunlardan biri. Güzel at heykellerinin önünde fotoğraf çektirmeden olmaz. Bu bölgelerden başlayıp Regent Street, ordan da Oxford Streete kadar yürümek gerek. Mesafeler uzun olsa da alışveriş yaparken ne farkederki :))

 

IMG_8707

IMG_8761-horz

 

Abbey Road, Beatles İçin;

On iki Şubat günü sabah erkenden St John’s Wood istasyonunda inip dümdüz yürüyerek Abbey Road’ a ulaştık. Burası Beatles’ın Abbey Road albümü için kapak fotoğrafı çektiği yaya geçidi. Artık yaya geçidi olmaktan çıkıp bir sit alanı olmuş gibi. Aynı zamanda studyoları da burada. Birçok Beatles sever buraya gelip studyo ziyareti yapıyor ve bu yolda fotoğraf çektiriyor. Kapak fotoğrafı bence Beatles albümleri arasında en iyisi. Bu da bizden bir hatıra kalsın :))

 

abbey-road_164958

 

WhatsApp Image 2017-02-22 at 16.36.18

 

Baker Street Yolunda

Pazar günü sakinliğinden faydalanıp o güzelim evlerin önünden geçerek istasyona geri yürüyoruz. Sırada baş tacımız dizinin kahramanı Sherlock Holmes’ün evi var. Diziyi takip edenler adresi bilir. İstasyon adı: Baker Street. Underground’ tan çıkınca karşınıza Sherlock un Heykeli çıkıyor. Tabi bunu gören Ali, 5’inci dedektif duruşu ile bana poz veriyor. Şip-Şak! Yola devam edip minik topluluğu görene kadar yürüyoruz. Sherlock Holmes ün müzesi önünde ufak bir kuyruk var. İçeriye belli sayıda insan alınıyor. Biri çıkana kadar da yenisi giremiyor. Biz en iyisi shop’a bir girelim diyoruz. Ünlü dedektife yönelik birçok hediyelik eşya mevcut. Sherlock şapkasından kibrite,dolma kalemden şemsiyeye kadar birçok şey var. Baker Street levhasında çok gözüm kaldı ama almadım. Dedim ya, cebinizden çıkacak paraya en çok dikkat etmeniz gereken şehirdesiniz!

 

Baker Street de 221B nin kapısından uzaklaşıp istasyona geri yürüyoruz. Şimdi büyük buluşmada sıra. 2008 yılında şans eseri yollarımızın birleştiği ve Brighton’da aynı odayı paylaştığım arkadaşım Alev ile bugün yani 30 yaşıma ayak bastığım ilk gün Hyde Park’ta buluşacağız. 9 yıldır onu görmemiştim. O uzun süredir Londra’da yaşıyor ve yeni evlendi. Hem onu sarıp sarmalayacağım, hem de eşiyle tanışacağım. Bu arada Hyde Park Londra’nın en büyük ve gözde parklarından biri. Yazın burada güneşi gören ingilizler çimlere yayılıp keyif yapıyor. Büyük kısmı da spor. En son gördüğüm zamana göre yılın bu mevsiminde çok boştu.

Doğum Günü

Gölün üzerine kurulmuş bir kafe de buluştuk sevgili Alevlerle. Nasıl özlemişim, o günler hakkında konuşmayı, komikliklerimizi :)) Hatta doğum günüm olduğu için çok şirin bir hediye bile aldım :)) Yanına iliştirdiği kartı, ömür boyu saklayacağım.

Gölün üzerindeki kuğular hakkında çok komik bir hikaye öğrendik. Şimdi bu güzel kuğuların Kraliçeye ait olduğunu ve onlara zarar vermenin bir devlet suçu sayıldığını burada yaşayan herkes bilir. Yakın zamanda bir adamcağız açlıktan kuğulardan birini kesip yemiş. Tabi ki ceza verilmiş ama hapse atılmaktan kurtulmuş. Çünkü adamcağız gerçekten çok fakir ve çok açmış. Adamın kuğuları kesip yiyecek kadar aç olmasına mı üzülsem, yoksa bu zarif yaratıkların Kraliçenin malı sayılması ve onlara zarar vermenin suç sayılmasına mı gülsem bilemedim.

 

IMG_8932

 

Londra’yı herkes için özel yapan şey göz alıcı dönme dolabı ve onu her saat başı selamlayan saat kulesi olabilir. Ancak bu şehri ”Benim Londra’m” yapan; kesinlikle Shoreditch bölgesi oldu. Sokak sokak klasik arabalarını aradığım mahalle halkını bile tanımadan sevdim, bağrıma bastırdım. Hafif tatlı telaşlı ama bir o kadar da dingin mahalledeki iyi kahveciler ve kahvaltı mekanları için bir sonraki yazımı okuyabilirsiniz. Aslına bakarsanız, yazıyı bile beklemeyin. Binin metroya ve Liverpool durağında inip yürüyün. O kırmızı klasiğe de benim yerime hayranlık bakışı atın :))

 

DIFC2189

 

 

Sokaklar duvar sanatçılarının imzasını taşıyor. Her köşe de harika grafitiler var. Sırf bu sebepten bile turist karşılıyor bu mahalle. Bu bölgeyi görünce Londra’nın sanat yönünü daha kuvvetli hissediyorsunuz.

 

Sevgili Londra

 

Bir diğer tüm gün keşif ve ”Benim Londra’m” bölgesi ise;  Broadway Marketten başlayıp, Columbia Road Flower Market ve oradan da Spitalfields’e doğru yürümek. Bu, Londra gezisinde mutlak surette yapılması şart olan bir rota. Sağlı sollu güzel sokaklar, evler, lokal kahveciler, sevimli butik dükkanlar, her biri birbirinden muhteşem kapılar var. İçinizin eriyeceği fotoğraf karelerini bu rota üzerinde yakalayacaksınız. Hani şu peşlerinden koştuğum, sokak sokak aradığım klasik arabalar vardı ya, bir kısmını da bu bölgelerde buldum, heyecandan öldüm :)))  Broadway Market to Spitalfields Photo Diary için tıklayın.

 

IMG_9157

 

Posta ve Müzikal

Sevgili Londra’ya gelip o tatlı posta kutularından kart atmamak olmazdı. Can arkadaş, mektup kardeş Caniko’ya (Sinem), Ali’ye (aslında kendime:)) ve de Zeno’ya, Farringdon Rd Post Office den kart attım. Ali de bana son gün Notting Hill deki postaneden attı :))  Elimize ulaşmayanlar olsa da, denemeye değerdi :)) 

Bu şehirde yapılacak en doğru şeylerden birisi Her Majesty’s Theatre‘de müzikal izlemek. Canım babam ve annemin doğum günü hediyesi, Phontom of the Opera‘ya en önden 2 biletti. Ömrüm boyunca hiç eskimeyecek ve hep hatırlayacağım bir deneyim yaşadım, duygusu kalbimde kaldı. Ne yapın edin, bu müzikali ömrünüzde bir kez izleyin.

 

 

 

Sevgili Londra

 

Güzel Londra postunu her şeyi tadında bırakmak ve yeni planlar yapmak için bitiriyorum. Bu yazının bitmesini bekleyen sevgili Didem’e selamlarımı iletiyor, Londra lokal mutfağı ve kahve-kahvaltı konseptli yazıyı okumanızı öneriyorum. (Londra yeme-içme rehberi)

Çok yakında yine görüşmek üzere Londra…

Seni seviyoruz…

 

 

Notting Hill, Londra

 

Fotoğraflar: Tuğçe TÜZÜN  –  Yiğit Ali TÜZÜN

BROADWAY MARKET to SPITALFIELDS PHOTO DIARY

Broadway Market’te airbnb den ev tutup aylarca kalasım var. Kanalın kenarında her sabah koşuya çıkıp hatta köpeğimi gezdirmek istiyorum. Soluklanmak ve günün ilk kahvesini içmek içinse köşedeki Market Cafe’yi seçiyorum. Cam kenarındaki yüksek sandalyedeki yeri her sabah 8’de rezerv etmek istiyorum. Okumaya devam et BROADWAY MARKET to SPITALFIELDS PHOTO DIARY

SARAYBOSNA

11 Şubat 2015.. Sabahın 05:00’inde uyanıp nereye gideceğini bilmeden, bir de uçağa yetişmek için acele ederek dış hatlar terminaline gelmek oldukça garipti. Nereye gideceğimizi söylemeyen sevgili eş, doğum günüm için 1 günlüğüne bir gezi planlamıştı. İstikametimizi boarding kartlarını görünce öğrendim. Saraybosna ‘ya uçuyorduk.

IMG_5654

İstanbulda hava fırtınalı ve karlıydı. Uçaktan inerken tanıdık bir müdür gördük. Saolsun bize şehirle ilgili ufak bilgiler verdi, hatta bizi otelimize kadar da bıraktı. Kaldığımız yer ünlü Latin Köprüsünün hemen yanında. Böylece görülecek yerlere tamemen hakimiz. Saraybosna ‘dan biraz bahsedelim.

IMG_5758

Saraybosna; Osmanlılar tarafından kurulmuş. 15. yy sonlarına doğru önem kazanmış. 1878 yılında Avusturya Macaristan’ın eline geçen kent, Viyana’dan önce sokak lambalarıyla donatılmış. Arşidük Franz Ferdinand ve karısının, Sırp Gavrilo Princip tarafından öldürülmesiyle 1. Dünya Savaşı’nı başlatan olay Saraybosna’daki otelimizin bulunduğu bu Latin Köprüsünde olmuş.

Saraybosna

Tarihinden;

Saraybosna 92-96 yıllarında 4 yıla yakın Sırp kuşatması altında kalmış. Kente hakim tepelere yerleşen Sırplı keskin nişancılar nedeniyle bazı cadddeler geçilmez olmuş, bazılarına barikatlar kurulmuş. Riski sokaklarda insanlar yıllarca karşıdan karşıya koşarak geçmiş. Ateşe açık bu noktalarda ”üçüncü” geçen kişi olmamayı Saraybosnalılar öğrenmiş; çünkü Sırp nişancı birinci geçeni farkeder, ikinciye nişan alır ve üçüncüyü vururmuş. Öyleki sokaklarda, binalarda, toplu taşıma araçlarında hatta insanların gözlerinde o tarihlerin izleri hala mevcut. Binaların çoğunda hala mermi izleri var. Okullarda, hastanelerde, kütüphanede bile! Bir insan kitapları niçin vurmak istesin?!

Burada yaşayanların %80’i binalarını yenilememenin arkasında duruyor. Çünkü yaşanılanları unutmak istemiyor. Aynı zamanda ziyarete gelen herkesin, modern çağda ve Avrupa’nın göbeğinde, halka yaşatılan bu zulmü görmesini istiyor. Haklılar da aslında. BM (Barış Gücü) tarafından korunduğu iddia edilen güvenli bölgede, Avrupa’nın orta yerinde toplu bir katliam meydana gelmiş. Ve bm dahilinde olan Saraybosna halkı için Avrupa ve dünya hiç birşey yapmamış.

IMG_5852-vert

Burası öyle biryer ki kafanızı şehri çevreleyen dağlara kaldırdığınızda bir anda kendinizi Alp dağlarında gibi hissedebiliyorsunuz. Bu dinlendirici ve huzurlu his bir anda yerini empatiye dönüştürdüğünde ise büyük bir üzüntü duyuyorsunuz.

Bundan sadece 22 yıl önce bu tepelerin düşman silahlarıyla insanları izlediği hissi beni çok etkiliyor. Dört bir yanı tepelerle çevrili bu şehirde saklanabilecek bir yer bulmak hayatta kalabilmenin tek şartı oluveriyor.  Srebrenitsa Katliamında sadece bir gecede yaklaşık on bin boşnak erkek depolara, okullara ve ambarlara doldurulup kurşuna dizilerek topluca öldürülmüş. Kadınlara tecavüz edilmiş. Hemde bunların hepsi BM dahilindeki bu Avrupa ülkesinde, tüm dünyanın gözü önünde yapılmış. Binlerce kişi, eşlerinin ve annelerinin önünde kurşuna dizilmiş. Günümüzün en uzun süreli kuşatmasını yaşayan şehirde insanlar 3 yıl boyunca yerin altında açılan umut tünelleri yoluyla hayatta kalmışlar. Bu tünelleri ziyaret edebiliyorsunuz. Bosnalı bir ailenin evinin içinde inşa edilmeye başlanan tünelin yapımı 4 ay sürmüş. 1 metre genişliğinde ve 800 metre uzunluğunda olan tünel insani yardım, gıda ve cephane taşıma için kullanılmış. Aynı zamanda da insanları şehirden çıkarabilmek için.

IMG_5823-vert

En önemli anlaşılması gereken bu kısa tarihten sonra gelelim görülmesi gerekn diğer yerlere. Tabii hala görecek gücümüz kaldıysa?? Başçarşı, tamamen Osmanlı izleri taşıyan bizim Sultanahmete benzeyen bir yer. Muşamba örtülü minicik pastahaneleri, bayan olan erkek berberleri, türkçe yazılarında varolduğu börekçileriyle 80’lerde takılıp kalmış gibi. Ufak bir gezinin ardından kahvaltı için lokal bir börekçiye giriyoruz. Ünlü Boşnak böreğini Çaykur çayımızla hüpletiyoruz.

IMG_5700-vert

Avrupa’nın Kudüs’ü olarak adlandırılan şehirde cami, kilise ve sinagogları yan yana görmek mümkün. Cumbalı ahşap evleriyle tipik Osmanlı mimarini andırıyor. Ferhadiye Caddesi adındaki ünlü cadde (Başçarşı) de sıralanmış minicik dükkanlarda; giyecek, tablo, takı, saat, kilim gibi şeyler satılıyor. Ayrıca ahşap oymacılığı da çok iyi. Adım başı boşnak böreği ve türk kahvesi yapan yerler var. Hiçbiri kocaman değil, herşey minyatür. Birde gereksiz yere lambalarını yakmıyorlar. Hatta dükkan açık mı kapalı mı olduğunu anlamanız için kapıyı yoklamanız gerekebilir. Sanırım savaş döneminden kalma ihtiyacın kadar kullanma veya israf etmeme alışkanlığı. Bir de savaş ülkeyi çok çok geriye götürmüş. Herşey gerçekten 80 lerde kalmış gibi.

IMG_5841

IMG_5862

Ferhadiye Caddesinde ”İsa’nın Kalbi” olarak bilinen Saraybosna Katedralini görüyoruz. Burası insanların buluşma yeriymiş. Taksimdeki Burger King gibi 🙂 Az ilerisinde de Mimar Sinan etkilerinin görüldüğü Gazi Hüsrev Bey Camii bulunmakta. Bu caminin dışında iki tane oluklu çeşme var. Rivayete göre bu çeşmelerden birinden su içenin şehre tekrar geleceği söylenmekteymiş. Ben içmedim ama Ali içti 🙂 Deneyip göreceğiz 🙂

IMG_5801IMG_5776

Evet bir doğum günü süprizi için seçilecek bir şehir olmasa da,herkesin görüp bilmesi gereken bir yer burası. Türkiye’den burayı ziyaret çok kişi olduğunu biliyorum. Saraybosna ayrıca kayak yapmak içinde harika bir yer. Ama yeterince tanıtımı yapılmıyor. Dağlar çok güzel kar alıyor. Biz bir sonraki sefer Monstar Köprüsü ve gizli mucize Bosna Piramitleri için tekrar geleceğiz.

 

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

ST PETERSBURG

2015’e Rusya’da girmek başta bizi korkutmuştu. Sadece 1 gece 2 günlük tatilimiz vardı ve biz yeni yıla bembeyaz caddeler, ağaçlar ve çatılara bakarak girmek istiyorduk. St Petersburg İstanbuldan 4 saat uzaklıkta, vizesiz ve gerçekten çok kuzeyde olması sebebiyle bizi cezbetmişti. Her ne kadar arkadaşlarımız kışın Rusyaya mı gidilir, bir de yeni yılda sokakta olmak istiyorsunuz, gezemezsiniz olacak iş değil söylemlerine karşı o uçağa binmiştik. Öyle korkunç ve hiç yaşamadığımız bir soğuk bekliyorduk ki, hüsrana uğradık diyebilirim.

img_4107-horz

 

Evet heryer bembeyazdı. Kıtır kıtır karların üstünde yürümek, o sene hiç kar yüzü görmemiş bizler için çok eğlenceliydi. Ama soğuk? Türkiye de bıraktığımızda buz gibi yağmurlu ve fırtınalı bir hava varken, burada bembeyaz yumuşak bir hava vardı. Ohh dedik bizimkilere :))

 

img_4105

img_4144

img_4151

img_4267

img_4259

img_4204-horz

Otelimiz o güzelim şaşalı görünümlü Voskresenia Khristova Kilisesi (Kanlı Kilise)’ne çok yakındı. Hatta otelin cafesi bu manzaraya bakıyordu. Bu bölge Nevski Caddesine çok yakın olduğu için, gezilecek birçok lokasyona ulaşım da rahattı. Nevski Caddesi üstünde restoranlar, hediyelik eşya dükkanları, harika kırtasiye-kitapçılar ve süslü binalar vardı. Tüm akşam bu caddeyi gezdik, istediğimiz her yerde kahve içip yemek yedik. Isınmak için ceplerimizdeki rus konyaklarından içtik 🙂 Malum; günlerden 31 Ocak, müzeler kapalı. Yarın da sadece gündüz saatlerimiz var, sonra döneceğiz.

Yeni yıla çok şirin bir cafe restaurantta girdik. Putin’i dinleyerek :)) Her sene yeni yıla girerken 10 dakikalık bir konuşma yaparmış. Ve tüm Rus halkı evlerinde onu dinlermiş. Burada da televizyon açıldı ve Putin’in yeni yıl için güzel temennileri dinlendi. Sonra etrafımızda bir şeyler patladı, garson kızların hepsi konfetiler saçtı ve herkes birbirini tebrik etti. Derken Rus milli marşı çalmaya başladı. Evet, biz yeni yıla Rus milli marşı ile girdik :))

img_4174-horz

img_4305

img_4354

 

Ertesi sabah o güzelim müzelere dışarıdan baktık, Neyseki Nevski caddesi üzerindeki Singer Binası açıktı. Orası harika bir kitapçı aynı zamanda. Kırtasiye malzemelerine düşkün ben buradan çıkamadım, ama aldığım Rusya manzaralı takvimi bütün sene zevkle de kullandım. :)) Üst katında çok şık bir cafesi var. Orada oturup Saint Isaac’s Cathedral’ ini seyrederek kahvemizi içtik, ısındık. 

Bir de biz Petersburg’da Rus görürüz sanmıştık. Zaten topu topu 1,5 günümüz vardı. Yılbaşı gecesi tüm gün caddelerde olmamıza rağmen çok az Rus’a rastladık. Meğer Ruslar yeni yıla mutlaka evlerinde aileleriyle yemek yiyerek girerler,gecenin çok geç saatlerinde dışarı çıkıp eğlenirlermiş. Bilemedik :)) Geldiğimiz gibi geri dönsek de bir sonraki sefer tatil günlerinde gelmemeye söz verdik. Yine geleceğiz Petersburg…

 

Singer Binası

img_4421

img_4411-horz

 

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün