BROADWAY MARKET to SPITALFIELDS PHOTO DIARY

Broadway Market’te airbnb den ev tutup aylarca kalasım var. Kanalın kenarında her sabah koşuya çıkıp hatta köpeğimi gezdirmek istiyorum. Soluklanmak ve günün ilk kahvesini içmek içinse köşedeki Market Cafe’yi seçiyorum. Cam kenarındaki yüksek sandalyedeki yeri her sabah 8’de rezerv etmek istiyorum. 

Doğu Londra’nın güzellikleri Shoreditch bölgesinden başlıyor aslında. Her sokak ayrı hikaye. Her gün başka mahallelerde aylak aylak dolaşan, her renkli kapıda selfie çeken, buram buram kahve kokusunu takip edip gördüğü her kahvecide one more coffee yapan olup, günlük kafein aşımından çatlayarak sonunda kırmızı bir posta kutusu yanında düşen kız kedi köpeğe bile yem olamadı desinler. Lakin ortalıkta başı boş bir tane bile kedi köpek yok çünkü :))

Dikkat. Bu bir foto albümdür.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA
OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Fotoğraflar :  Yigit Ali TUZUN

                         Tugce TUZUN

KABAK DOLMASI, EV YAPIMI ICE TEA İLE

Kabak Dolması yapmayı bilmeyen azdır diye düşünüyorum ama günümüzde özellikle kadının çalıştığı bir toplumda hala evde geleneksel yemekler pişirenlerin sayısının da azaldığını biliyorum. Ne yazıkki artık herşey hazır önümüze konulan, kısa sürede pişirilen pratik yiyeceklerden oluşmakta. Tavada hemen kızartılan tavuk veya bir parça et yanına yine dondurulmuş hazır patates kızartmasıyla sunulmakta. Eğer şanslıysak tabağın yanına sırf renk katması için bir tutam yeşillik konulmuş olabilir. Evde salata yapmak bile bazılarına zor gelebilir. Çünkü yeşilliklerin sirkeli suda yıkanması ve kurutulması uğraş gerektiriyor.

Daha pratik ve amerikanvari yiyeceklerin tüketilmesi varken insan neden dolma yapsınki? Yada şehirde iyi kurufasulyeciler varken evde neden fasulye ıslatılıp bekletilsin, pişirilsin, yensin? Pratik ve hızlı pişen yemeklere karşı değilim ama hızla yenilenen ve hazırcılaşan bir dünyada geleneksel yemeklerin arada bir pişirilmeye hakkı olduğunu düşünüyorum. Yurtdışında ve ülkemizde köylerde geleneksel tariflerin değişmemesi için uğraşan ve buna hassasiyet gösteren insanların olduğunu görmek umut verse de , çoğunluk hızla gelişime ayak uydurmakta ve DEĞİŞMEKTEDİR. Daha kolay, daha basit, bezense daha sağlıksız ama göz alıcı olan yeğlenmekte olup ”hayatın her bölümü” daha lezzetsiz, huzursuz veya hastalıklı bir duruma dönüştürülmektedir.

Benim için mutfakta vakit geçirmek çoğu zaman kanepede televizyon izlemekten yada amaçsızca sosyal medyada zaman harcamaktan çok daha huzurlu ve heyecanlı oluyor. Ve siz ne düşünürsünüz bilmem ama çok daha VERİMLİ. Ortaya çıkan mahsülün iyi bir şekilde sergilenmesi işin en heyecanlı kısmı diyebilirim 🙂 Zihnimizi meşgul eden yaşam dertlerine bir süreliğine ara vermek, telefonu elinden bırakmak, gazete ve dergiyi sehpanın üstüne koymak, haber sunan spikerden af dileyip sevdiğimiz bir müziği açıp masaya oturmak artık bir aile geleneğimiz oldu ve bundan çok memnunum. Gelenekler önemlidir. Unutmayın; çocuklarımıza bırakabileceğimiz sayılı değerli şeyden biridir ve marketten hazır ve basit olarak satın alınamaz.

Şimdi gelelim tarife… Kabak dolması’ nda aslında herkesin stili farklıdır. Ben kendi stilimi kısaca anlatayım.

Malzemeler

  • 5-6 adet top kabak
  • 1 büyük soğan
  • 1-2 diş sarımsak
  • (İsteğe bağlı) kıyma
  • Her kabak için ortalama 1/2 yemek kaşığı pirinç.
  • Her kabak için ortalama 1 yemek kaşığı bulgur
  • 1 yemek kaşığı biber salçası
  • 1 olgun sulu domates
  • 1 dolu yemek kaşığı kuru nane
  • 1 çay kaşığı karabiber
  • 1/2 çay kaşığı kimyon
  • tuz
  • iyi zeytinyağı

Hazırlanışı;

Soğanı ve domatesi bir kapta rendeliyoruz. Tüm malzemeleri koyup iyice karıştırıyoruz. İçlerini oyduğumuz (kendinize güzel bir kabak oyacağı alın) kabakların içlerini bu harçla dolduruyoruz. Kabakların baş kısımlarını çöpe atmayın. Onları kapak olarak kullanacağız bu kısımda. Eğer kabakları doldururken ağzına kadar sıkıca doldurursanız içleri tam pişmez ve kuru olur. Bu yüzden doldururken iç harcı bastırmayın ve üstten bir parmak kadar boşluk bırakarak pirinç ve bulgurun şişmesine izin verin. Kabakların baş kısımlarından yaptığımız kapakları üstüne kapatın. Yayvan ama kabakların boyutuna uyacak bir tencereye dizin. Üstüne son bir kez daha iyi zeytinyağı gezdirip ocağın altını yakın. Kabakların yarısının az daha üstüne çıkacak kadar sıcak su gezdirin. Gezdirdiğiniz suya da biraz tuz koyup kapağını kapatın. Ocak çok harlı olmasın. Arada bir kontrol ederek ortalama 30-40 dakika pişirin. Arada bir kabaklara çatal batırarak pişip pişmediğini kontrol edebilirsiniz. Kabak Dolması ‘nı ev yapımı içecekle servis edebilirsiniz.

Afiyetle…

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün

NARA VE KOBE GEZİ REHBERİ

GEYİKLER ŞEHRİ NARA

Kocaman yeşil bir parkın içinde sihirli bir geyik sürüsü yaşar. Elimde haritam yanımda geyiklerimle Tenryuji Tapınağını arıyorum. Çiseleyen yağmur yüzünden Ali şemsiyemizi tutuyor. Bense yağmurluğumu giyip rahatça dolaşmak istiyorum ama ne mümkün. Bu minik güzeller oradan buradan bizi dürtükleyerek yiyecek bir şeyler istiyor. Parkın içinde satılan bisküvilerden 2 paket alıp yolumuz boyunca geyikleri besliyoruz. Ama bir şartı var. Asya ülkelerinde alışkanlık olan selamlaşma burada da öncelikli. 3 kere selamlaşıyorsunuz, sonra biskuviyi veriyorsunuz. Nara ‘da tapınaklar arasında dolaşırken size eşlik eden bu güzel hayvanlar çok eskiden beri Tanrı’nın habercisi olarak görüldüğü için kutsal kabul ediliyor.

Burası dünyanın en güzel şehri olmalı! İstasyondan parka giden yolda sağlı sollu şirin dükkanlar sizi içeri davet ediyor. Japon kağıtları, kaligrafi kalemleri, kaplama kağıtları, sıvı veya çubuk mürekkepler, origami kağıtları.. Allahım burası bir cennet. Neyseki kendimi kaybetmeden önce derin nefes almayı ve on’a kadar saymayı öğrenmiştim. Suratımızdaki şaşkın ve taktir etmiş ifadeyle bir dükkandan heyecanla çıkıp ötekine giriyor,beğendiğimiz onca şeyden hangisini alacağımızı kestiremiyoruz. Her yerde geyikli kumaş peçeteler, bebek mama önlükleri, cüzdanlar,çantalar hatta perdeler var. Hala kısıtlı zaman yüzünden o güzelim dükkanların hakkını veremediğimi düşünmekteyim.

Tapınaklar ve müzeler buraya gelmek için sonraki seçenekler. Çünkü Japonya’da gezmeniz için bolca tapınak olacak zaten. Bence buraya geyiklerle vakit geçirmek,özgün ve butik dükkanlarında alışveriş yapmak ve garip gelecek ama dünyanın en güzel rögar kapaklarını görmek için gelin.

Tekrar gelmek umuduyla trenimize bindiğimizde yüzümüzde hala tuhaf bir gülümseme vardı. Güzel anılar edindiğimiz Nara, adı gibi fantastik dünyasından bize el salladı. Karnımız acıkmaya başlamıştı ve dünyanın en güzel eti birkaç km ötede bizi bekliyordu.

KOBE ETİ

Sadece Wagyu ırkına ait sığırlardan elde edilen bu efsane et için geliyoruz Kobe’ye. Sadece bu eti yiyebilmek için. Özelliği ise şu; şehirden ve trafikten uzak sessiz çiftliklerde sırtları sıvazlanarak büyütülüyorlar bu sığırcıklar. Efendim bunu mecazi algılamayın. Her gün belli saatlerde bira içirilen bu sığırlara bakıcıları düzenli masaj yapıyor. Yapılan bu masaj sayesinde etlerinin üzerindeki yağ dokusu içeri doğru dağılarak kasların liflerine doğru yayılıyor ve ince dokudaki yağı yoğunlaştırarak etin kalitesi arttırılıyor. Bir rivayete göre de klasik müzik dinletileriyle sığırların stresi azaltılıyor. Şimdi bunları öğrenince heyecanımız daha da arttı ve kendimizi Kobe Steak restoranında bulduk.

Ocağın başına geçtik ve tane tane pişen sebzelerin, etin nasıl servis edildiğini,etin kesilirkenki yumuşaklığını, sarımsağın yağla karışmış kokusunu ve ocağın sıcağını yüzünüzde hissettik. Ağzımızda dağılan bu lokmalar tabağımızdan azaldıkça,bu tadı unutmamak için belleğimizi zorladık. Fazla söze gerek yok. Gelin,bu efsane eti yerinde yiyin.

Restoran: Steak Land (Kobe JR istasyonuna 5-6 dk. yürüme mesafesinde)

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

SOYLE BANA ENGINAR

Enginar neden sevilmez? Söyleyeyim. Ben küçükken çevremdeki insanların yediği belli şeyler vardı. Mesela zeytinyağlı taze fasulye birçok evde pişer yenirdi. Yada yeşil şirinlik bezelye eşlikçisi beyaz pilavla mükemmel olurdu. Kışın özellikle her evin mutfağından bir çorbanın dumanı tüterdi yemek saati. Köfte-patates çocukların en sevdiği,makarna ise tembel bayanların vazgeçilmezi olurdu. Annem, tüm gün çalıştığı işten olabildiğince zaman kaybetmeden gelir pratik ama besleyici bir şeyler pişirmek üzere mutfağa atardı kendini. Bizim evde patlıcan da pişerdi, pırasa da, karnıbahar da. Annem et yemeklerinden haz almasa da babam için arada pişirirdi. Bense içinde et olan sebze yemeğini ayıklar,bir sonrakinin etsiz olması için anlaşma yapardım. Bide tavuk vardı eskiden,gerçeklerinden. Sevgili dedem özellikle benim için civciv alırdı, beraber hem besler hem severdik. İnfaz günleri haber verilmezdi bana. Ben arkadaşlarımla oyundan döndüğümdeki görüntü anneannemin ellerindeki tavuk bahçedeki sıcak su dolu leğende hızlı hareketlerle yolunmakta olurdu. Tavuğun uzun bir süre ocakta piştiğini ve o yoğun kokusunu halen hatırlıyorum.

Bizim evde birçok şey pişerdi de enginar pişmezdi. Annemin dediğine göre senede bir kez mutlaka yaparmış ama ben nedense hatırlamıyorum. Enginar pişen bir eve misafirliğe gidildiğinde ise kimse enginara el sürmezdi. Yada ne zaman ”enginar alır mısınız?” diye sorulduğunu duysam, ”almayayım, teşekkür ederim” diyen cevaplar enginarı tatma isteğimi hep erteledi.

Zaman sonra zaten sebze ve zeytinyağlı birçok şeyin sevdalısı olan ben,enginarın faydalarıyla birlikte bağımlılık yaratan lezzetini de öğrendim. Mutfağımda arz-ı endam eden enginarın en kolay pişirme yöntemini sevgili kayınvalidemin tarifiyle bulmuştum.

zeytinyağlı enginar

5 tane enginar için;

MALZEMELER

  • 2 orta boy soğan
  • 3 orta boy havuç
  • 1-2 avuç bezelye
  • tuz
  • şeker
  • 4/3 çay bardağı zeytinyağ

HAZIRLANIŞI

  1. Soğan ve havucun kabuklarını temizleyin.
  2. Soğan ve havucu zar büyüklüğündeki küpler halinde doğrayın.
  3. Varsa düdüklü veya derin olmayan genişçe bir tencereye soğan, havuç ve bezelyeleri koyun,karıştırın.
  4. Karışıma tuz, 1-2 küp şeker ve zeytinyağını ekleyerek boca edin.
  5. Güzelce yıkanmış enginarların çukur kısımları altta kalacak biçimde karışımın üstüne dizin.
  6. Bir miktar iyi suyu üzerine gezdirdikten sonra kapağını kapatarak ateşe koyun. (Su miktarı,alttaki harcın üzerine çıkacak kadar olmalı)
  7. Düdüklü tencere için 15 dakika pişme süresi yeterli oluyor. Normal tencerede yapıyorsanız enginarların pişip pişmediğini arada bir çatalla kontrol etmelisiniz.
  8. Piştikten sonra; enginarları bir servis kabına dizip içlerini harçla doldurup,üzerini dereotu ile süsleyebilirsiniz.
  9. Soğuduktan sonra,servis etmeden hemen önce üzerine biraz iyi zeytinyağı gezdirin.

Fotoğraflar  :  Tuğçe Tüzün

PHUKET GEZİSİ

İlk defa ayrı koltuklarda uçuyoruz Ali ile. Bizimkinin hafif uçak gerginliği var. Umarım elimi tutmadığı için tedirgin olmaz diyorum. Thai Airways’in yemek servisi ile ilk içinde ne olduğunu bilmediğim Thai sandwichini mideme indiriyorum. Balık,mayonezli bir sos ve ananas. Ananas demişken, galiba hayatımızda yemediğimiz kadar cok yedik burada. Öyle güzel kokuyor ve öyle lezzetli aroması var ki. İçimizde küçük bir ananas ağacı olabilir.  Otelimiz Phuket, Patong Beach’e 10 dakika uzaklıkta tepede bir yere kurulmuş Avista Hideaway! İlk gün Phuket teki birçok tur firmasından seçtiğimiz biriyle adalar turumuza gidiyoruz. Her tur şirketinin olanakları aşağı yukarı aynı, ücretleri farklılık gösteriyor. Bu ülkede pazarlık yapamayanı sınırdan almıyorlar 🙂 Her şey pazarlıkla yarı fiyatına rahatça düşüyor.

İlk durağımız Phi Phi adasındaki Maya Bay’dı. Burası Leonardo Di Caprio’nun The Beach filminin çekildiği kumsal. Hayatımda görmediğim belkide bir daha göremeyeceğim güzellikteki küçük cennet. Tarifsiz bu un kıvamlı kumlara ayak basmak doyumsuz bir duygu. Sadece geldiğimiz zaman birçok tur teknesi de geldiği için çok kalabalık oluyor. Herkes inanılmaz mutlu ve şaşkın. Biz ise; doyamadık, doyamadık.

Tayland ‘da ne bir taşkınlık, ne bir saygısızlık ne de yükselen seslerle karşılaştık. Herkes mai pen rai (boşveeerr) durumunda. Birbirlerine büyük bir hoşgörü gösteriyorlar. İnsanları eleştirmek, azarlamak, kavga etmek ayıp sayılmakta. İnsanlar birbirlerini selamlarken ellerini çenelerinin altında birleştirerek başlarını hafifçe eğiyorlar. Bu çok tatlı bir görüntü bence :)) Ayrıca transeksüel, travestiler hiçbir şekilde dışlanmadan her türlü işte çalışabilmekte. Zaten öyle ki, gördüğünüz süper fizikli hatunun aslında bir travesti olduğunu anlamak bazen çok zor olmakta.

PHUKET’TE SAFARİ

Fil safarisi; yine günün erken bir saatinde başladı. Biz yine lüks bir tur aracı beklerken gelen arkası açık sadece ustu kapatılmış bir kamyonetle ufak bir şaşkınlık yaşadık. Tabii bu tur biraz safari tadında olunca araçta ona göre oluyordu. Adanın iç kısımlarında orman içindeki tesis küçük ve köhneydi. Hemen bizi asma kat gibi yaptıkları yüksek bir alana aldılar. Terlikleri çıkardık ve sıramızı bekledik. Filler sırayla o yükseltiye yaklaşıp sırtlarındaki insanları indiriyor ve yenilerini sırtlarını alıyorlardı. Umarım şuan filimizin başına oturmuş bizi gezintiye çıkaran Bob Marley kilikli Filipinli işinin ehlidir diye umarak fil gezimiz başladı.

Fillerin üzerine oturttukları koltukta bizi güvence altına aldıklarını düşündükleri tek şey; bacaklarımızın üzerinden geçen halattı. Aklımdan gecen düşme, yuvarlanma ve kafamı kırma senaryoları Filin beni ezme düşüncesiyle şiddetleniyor ve kendi içimde müthiş bir korku filmi yaşıyordum. Arazi öyle engebeli ki o koca fil o yokuşlu patikadan aşaği doğru inerken her yerdeki dışarı fırlamış ağaç köklerine ayağı takılmasın diye dua ederken, fillerin dikkatli olup olmadıklarıyla ilgili izlediğim belgeselleri hatırlamaya çalışıyordum. Yaşadığım sıkıntı kelimelerle ifade edilemeyecek hızla ilerliyor ve dönüş yolunun daha kestirme olmasını dilerken dayanamadığım noktada filden inmek istesem bunun mümkün olmadığını  anlayarak kaderime razı olmam gerektiğini kendime kabullendirmeye çalışıyordum.  İste ben bu haldeyken sonunda fil sürücüsü Bob yüksek bir alanda filden atlayarak telefonumuzu istedi. Fotoğraf çekeceğini söyleyen sürücünün dediğini ikiletmeden yaptık ve en azından durduğumuz için derin bir nefes aldık.

Bizi minik bir fil yavrusu bekliyordu. Biraz daha muz alip onu beslemek için yanına yanaştığımda hortumunu boynuma sarip bana verdigi ateşli opucukle kendime geldim :)) O sırada ilerde dikkatimizi çekmeye çalışan bir maymun, sahibinin gülücüklerle bize bir şeyler sormasıyla başlattığı iletişimi, ne olduğunu anlamadan kucağıma oturup son aşamada fotoğraf makinasını birlikte tai selamı vermemizle sonlandırdı. Kazandığı 100 baht bahşişi ise Ali’nin elinden aldığı gibi sahibine ulaştırdı. Phuket te hayvanlar alemi gerçekten çok heyecanlı :))

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

SARAYBOSNA

11 Şubat 2015.. Sabahın 05:00’inde uyanıp nereye gideceğini bilmeden, bir de uçağa yetişmek için acele ederek dış hatlar terminaline gelmek oldukça garipti. Nereye gideceğimizi söylemeyen sevgili eş, doğum günüm için 1 günlüğüne bir gezi planlamıştı. İstikametimizi boarding kartlarını görünce öğrendim. Saraybosna ‘ya uçuyorduk.

İstanbulda hava fırtınalı ve karlıydı. Uçaktan inerken tanıdık bir müdür gördük. Saolsun bize şehirle ilgili ufak bilgiler verdi, hatta bizi otelimize kadar da bıraktı. Kaldığımız yer ünlü Latin Köprüsünün hemen yanında. Böylece görülecek yerlere tamemen hakimiz. Saraybosna ‘dan biraz bahsedelim.

Saraybosna; Osmanlılar tarafından kurulmuş. 15. yy sonlarına doğru önem kazanmış. 1878 yılında Avusturya Macaristan’ın eline geçen kent, Viyana’dan önce sokak lambalarıyla donatılmış. Arşidük Franz Ferdinand ve karısının, Sırp Gavrilo Princip tarafından öldürülmesiyle 1. Dünya Savaşı’nı başlatan olay Saraybosna’daki otelimizin bulunduğu bu Latin Köprüsünde olmuş.

Tarihinden;

Saraybosna 92-96 yıllarında 4 yıla yakın Sırp kuşatması altında kalmış. Kente hakim tepelere yerleşen Sırplı keskin nişancılar nedeniyle bazı cadddeler geçilmez olmuş, bazılarına barikatlar kurulmuş. Riski sokaklarda insanlar yıllarca karşıdan karşıya koşarak geçmiş. Ateşe açık bu noktalarda ”üçüncü” geçen kişi olmamayı Saraybosnalılar öğrenmiş; çünkü Sırp nişancı birinci geçeni farkeder, ikinciye nişan alır ve üçüncüyü vururmuş. Öyleki sokaklarda, binalarda, toplu taşıma araçlarında hatta insanların gözlerinde o tarihlerin izleri hala mevcut. Binaların çoğunda hala mermi izleri var. Okullarda, hastanelerde, kütüphanede bile! Bir insan kitapları niçin vurmak istesin?! 

Burada yaşayanların %80’i binalarını yenilememenin arkasında duruyor. Çünkü yaşanılanları unutmak istemiyor. Aynı zamanda ziyarete gelen herkesin, modern çağda ve Avrupa’nın göbeğinde, halka yaşatılan bu zulmü görmesini istiyor. Haklılar da aslında. BM (Barış Gücü) tarafından korunduğu iddia edilen güvenli bölgede, Avrupa’nın orta yerinde toplu bir katliam meydana gelmiş. Ve bm dahilinde olan Saraybosna halkı için Avrupa ve dünya hiç birşey yapmamış.

Burası öyle biryer ki kafanızı şehri çevreleyen dağlara kaldırdığınızda bir anda kendinizi Alp dağlarında gibi hissedebiliyorsunuz. Bu dinlendirici ve huzurlu his bir anda yerini empatiye dönüştürdüğünde ise büyük bir üzüntü duyuyorsunuz. 

Bundan sadece 22 yıl önce bu tepelerin düşman silahlarıyla insanları izlediği hissi beni çok etkiliyor. Dört bir yanı tepelerle çevrili bu şehirde saklanabilecek bir yer bulmak hayatta kalabilmenin tek şartı oluveriyor.  Srebrenitsa Katliamında sadece bir gecede yaklaşık on bin boşnak erkek depolara, okullara ve ambarlara doldurulup kurşuna dizilerek topluca öldürülmüş. Kadınlara tecavüz edilmiş. Hemde bunların hepsi BM dahilindeki bu Avrupa ülkesinde, tüm dünyanın gözü önünde yapılmış. Binlerce kişi, eşlerinin ve annelerinin önünde kurşuna dizilmiş. Günümüzün en uzun süreli kuşatmasını yaşayan şehirde insanlar 3 yıl boyunca yerin altında açılan umut tünelleri yoluyla hayatta kalmışlar. Bu tünelleri ziyaret edebiliyorsunuz. Bosnalı bir ailenin evinin içinde inşa edilmeye başlanan tünelin yapımı 4 ay sürmüş. 1 metre genişliğinde ve 800 metre uzunluğunda olan tünel insani yardım, gıda ve cephane taşıma için kullanılmış. Aynı zamanda da insanları şehirden çıkarabilmek için.

En önemli anlaşılması gereken bu kısa tarihten sonra gelelim görülmesi gerekn diğer yerlere. Tabii hala görecek gücümüz kaldıysa?? Başçarşı, tamamen Osmanlı izleri taşıyan bizim Sultanahmete benzeyen bir yer. Muşamba örtülü minicik pastahaneleri, bayan olan erkek berberleri, türkçe yazılarında varolduğu börekçileriyle 80’lerde takılıp kalmış gibi. Ufak bir gezinin ardından kahvaltı için lokal bir börekçiye giriyoruz. Ünlü Boşnak böreğini Çaykur çayımızla hüpletiyoruz.

Avrupa’nın Kudüs’ü olarak adlandırılan şehirde cami, kilise ve sinagogları yan yana görmek mümkün. Cumbalı ahşap evleriyle tipik Osmanlı mimarini andırıyor. Ferhadiye Caddesi adındaki ünlü cadde (Başçarşı) de sıralanmış minicik dükkanlarda; giyecek, tablo, takı, saat, kilim gibi şeyler satılıyor. Ayrıca ahşap oymacılığı da çok iyi. Adım başı boşnak böreği ve türk kahvesi yapan yerler var. Hiçbiri kocaman değil, herşey minyatür. Birde gereksiz yere lambalarını yakmıyorlar. Hatta dükkan açık mı kapalı mı olduğunu anlamanız için kapıyı yoklamanız gerekebilir. Sanırım savaş döneminden kalma ihtiyacın kadar kullanma veya israf etmeme alışkanlığı. Bir de savaş ülkeyi çok çok geriye götürmüş. Herşey gerçekten 80 lerde kalmış gibi.

Ferhadiye Caddesinde ”İsa’nın Kalbi” olarak bilinen Saraybosna Katedralini görüyoruz. Burası insanların buluşma yeriymiş. Taksimdeki Burger King gibi 🙂 Az ilerisinde de Mimar Sinan etkilerinin görüldüğü Gazi Hüsrev Bey Camii bulunmakta. Bu caminin dışında iki tane oluklu çeşme var. Rivayete göre bu çeşmelerden birinden su içenin şehre tekrar geleceği söylenmekteymiş. Ben içmedim ama Ali içti 🙂 Deneyip göreceğiz 🙂

Evet bir doğum günü süprizi için seçilecek bir şehir olmasa da,herkesin görüp bilmesi gereken bir yer burası. Türkiye’den burayı ziyaret çok kişi olduğunu biliyorum. Saraybosna ayrıca kayak yapmak içinde harika bir yer. Ama yeterince tanıtımı yapılmıyor. Dağlar çok güzel kar alıyor. Biz bir sonraki sefer Monstar Köprüsü ve gizli mucize Bosna Piramitleri için tekrar geleceğiz.

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

ST PETERSBURG

2015’e Rusya’da girmek başta bizi korkutmuştu. Sadece 1 gece 2 günlük tatilimiz vardı ve biz yeni yıla bembeyaz caddeler, ağaçlar ve çatılara bakarak girmek istiyorduk. St Petersburg İstanbuldan 4 saat uzaklıkta, vizesiz ve gerçekten çok kuzeyde olması sebebiyle bizi cezbetmişti. Her ne kadar arkadaşlarımız kışın Rusyaya mı gidilir, bir de yeni yılda sokakta olmak istiyorsunuz, gezemezsiniz olacak iş değil söylemlerine karşı o uçağa binmiştik. Öyle korkunç ve hiç yaşamadığımız bir soğuk bekliyorduk ki, hüsrana uğradık diyebilirim.

Evet heryer bembeyazdı. Kıtır kıtır karların üstünde yürümek, o sene hiç kar yüzü görmemiş bizler için çok eğlenceliydi. Ama soğuk? Türkiye de bıraktığımızda buz gibi yağmurlu ve fırtınalı bir hava varken, burada bembeyaz yumuşak bir hava vardı. Ohh dedik bizimkilere :))

Otelimiz o güzelim şaşalı görünümlü Voskresenia Khristova Kilisesi (Kanlı Kilise)’ne çok yakındı. Hatta otelin cafesi bu manzaraya bakıyordu. Bu bölge Nevski Caddesine çok yakın olduğu için, gezilecek birçok lokasyona ulaşım da rahattı. Nevski Caddesi üstünde restoranlar, hediyelik eşya dükkanları, harika kırtasiye-kitapçılar ve süslü binalar vardı. Tüm akşam bu caddeyi gezdik, istediğimiz her yerde kahve içip yemek yedik. Isınmak için ceplerimizdeki rus konyaklarından içtik 🙂 Malum; günlerden 31 Ocak, müzeler kapalı. Yarın da sadece gündüz saatlerimiz var, sonra döneceğiz.

Yeni yıla çok şirin bir cafe restaurantta girdik. Putin’i dinleyerek :)) Her sene yeni yıla girerken 10 dakikalık bir konuşma yaparmış. Ve tüm Rus halkı evlerinde onu dinlermiş. Burada da televizyon açıldı ve Putin’in yeni yıl için güzel temennileri dinlendi. Sonra etrafımızda bir şeyler patladı, garson kızların hepsi konfetiler saçtı ve herkes birbirini tebrik etti. Derken Rus milli marşı çalmaya başladı. Evet, biz yeni yıla Rus milli marşı ile girdik :))

Ertesi sabah o güzelim müzelere dışarıdan baktık, Neyseki Nevski caddesi üzerindeki Singer Binası açıktı. Orası harika bir kitapçı aynı zamanda. Kırtasiye malzemelerine düşkün ben buradan çıkamadım, ama aldığım Rusya manzaralı takvimi bütün sene zevkle de kullandım. :)) Üst katında çok şık bir cafesi var. Orada oturup Saint Isaac’s Cathedral’ ini seyrederek kahvemizi içtik, ısındık. 

Bir de biz Petersburg’da Rus görürüz sanmıştık. Zaten topu topu 1,5 günümüz vardı. Yılbaşı gecesi tüm gün caddelerde olmamıza rağmen çok az Rus’a rastladık. Meğer Ruslar yeni yıla mutlaka evlerinde aileleriyle yemek yiyerek girerler,gecenin çok geç saatlerinde dışarı çıkıp eğlenirlermiş. Bilemedik :)) Geldiğimiz gibi geri dönsek de bir sonraki sefer tatil günlerinde gelmemeye söz verdik. Yine geleceğiz Petersburg…

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

MALDIVLER ♥

Beyaz un yumuşaklığında ayak yakmayan kumlar, kesinlikle turkuaz renginin buradan türediği bir deniz, en güzel doğum günü pastaları gibi kumlara dikilmiş palmiye ağaçları, ada içlerine doğru gittikçe kendimizi Amazonlarda hissetmemizi sağlayan yeşil büyük yapraklı bitki örtüsü, her yerden kulağımıza çalınan adanın en iyi hit şarkısı olan kuş cıvıltıları, başımızı kaldırdığımız ağaç dallarında gördüğünüz çılgın ‘yarasalar’ siyah pelerinleriyle örtünmüş akrobasik bir duruşla bize bakıyor. Maldivler gerçekten sınırları zorlayan bir güzellikte.

Biz balayı için Maldivler ‘i seçmiştik. Bu sebepten çoğu fotoğrafımız ya gelinlikle ya da duvakla :))

Gelinliği taşımak istemeyen yeni gelinler için birkaç çeşit gelinlik mevcut. Burada fotoğraf çekimi çook yaygın olduğu için (özellikle çin-japon gelinler) her detay düşünülmüş. İsterseniz profesyonel bir çekim için anlaşın,isterseniz size tahsis edilen butler ile daha amatör çekimler yapın. Ne olursa olsun, hepsi bu adadada çok eğlenceli :))

Balayı için araştırdığımız bir çok otelden tercihimizi okyanusun ortasında tüm kullanılan malzemeleri Türkiye’den getirilmiş bir Türk otelinden yana kullandık. İyiki de böyle yapmışız.

Odanızı Seçin

Otelde seçebilecek yeni Sahil villası, Plaj Suiti, Ocean villa gibi seçenekler var. Biz buraya gelmişken bari suyun üzerinde kalalım diye düşünsek de sonradan gördüğüme göre sahil villaları da çok tropik, çok ıssız, çok survivor.  🙂 Bitki örtüsüyle gizlenmiş özel yüzme havuzları tam bir lüks ada hayatı için. Villaların içleri, en yüksek fiyatlıdan en düşük fiyatlıya kadar neredeyse aynı. Fiyatlandırma, güneşin doğuşunu ve batışına göre konumlandırılmalarıyla, su üzerinde, sahilde, lagün veya okyanusta olmaları gibi farklılaştırılmış.

Maldivler, balayı dışında doğanın içinde bir kaç günlük inziva isteyenlerin gelebileceği bir nokta. Eğlence istiyorsanız başka yere gidin. Çünkü adada otel tam dolu olduğunda bile kendinizi yalnız hissetmeniz muhtemel 🙂 Yalnız dalış meraklılar, burada çok mutlu olacaktır. Böyle bakir ve canlı bir su altı dünyası dünyanın çok az yerinde bulunabilir. Günün büyük bölümünü suyun altında geçirebilirsiniz. Ayrıca Maldivler, Ekvatora çok yakın bir bölgede bulunduğundan, günübirlik teknelerle ‘dünyanın ortası’ nı ziyaret edebilirsiniz :))

Bir de tabii böyle sizin adanızmış gibi bir hisse kapılırsanız,her yerde çocuklar gibi şen fotoğraflar oluşturabilirsiniz 🙂 Bunların bazıları sevgili butlerimiz Sibel’in çektikleri. Bazılarıysa Ali ve benim.

Otel:  Ayada Maldives Resort

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün