HAYATIMI KURTARAN UYGULAMA: MAPS ME

Maps Me

Japonya’da görmek istediğim en ücra tapınakları veya Bali’de pirinç tarlaları üzerine kurulu gizli cafeleri dünyanın her yerinde gitmek istediğim her yeri tamamen ücretsiz ve çevrimdışı olarak bana gösteren bir uygulama var. Yaklaşık yedi yıldır kullanıyorum ve her seferinde şükrediyorum. Tek bir kötü yanı var, sokaklarda asla kaybolamamanız. Yani elinden telefonu bırakıp özgürce dolaşabilecek kadar şehri öğrenmek, orada ne kadar çok vakit geçirdiğinle orantılı. Her zaman hayalimiz çok sevdiğimiz şehirlere ikinci, üçüncü hatta onuncu kez gitmek ve bir yön bulmak için harita kullanmamak. Ama yepyeni bir şehir için, özellikle yön sormayı sevmeyen birisi için bu uygulama hayat kurtarıcı.

Eskiden olsa şehre girişte önce bir şehir haritası edinin derdim. Şimdi yine edinin ama hatıra olarak. :)) Şimdi size şehir haritalarına olan ihtiyacınızı yok edecek, gps ile çalışan bu harika seyahat uygulamasından bahsedeyim.

MAPS ME NASIL KULLANILIR?

Öncelikle uygulamayı telefonunuza ücretsiz indirin. Sonra gitmek istediğiniz ülkeyi ve şehri bulun. Maps me bölge bölge indirdiğiniz harita üzerinden çalışıyor. Yani Fransa için önce Fransa’daki şehri belirlemeniz ve bu haritayı indirmeniz gerek. Oldukça ayrıntılı olduğu için ülkenin tamamını değil yalnızca gideceğiniz bölgenin haritasını indirmenizi öneririm. Çünkü her birinin bir boyutu var ve sizi ilgilendirmeyen bölgeler telefonunuzda gereksiz yer kaplayacaktır.

İndirme isteği, uygulamayı açtığınızda karşınıza çıkan haritadan o bölgeye zoom yaptıkça belirecek. İndirme işleminden sonra en güncel harita bilgisi elinizin altında. Sırada, daha önceden planladığınız gitmek istediğiniz noktaları harita üzerinden işaretlemek var. Tüm noktaları işaretledikten sonra, çevrimdışı harekete hazırsınız.

Bölgeye gittiğinizde, otelden (otelinizi veya kalacağınız yeri de işaretlediğinizi umuyorum) gitmek istediğiniz noktayı seçip ”varış yeri” olarak belirleyin. Hemen üstte çıkacak banttan yürüme,araba, toplu taşıma ve hatta bisiklet seçeneklerinden birini seçin. Toplu taşımanın mümkün olmadığı bölgelerde veya yürümeyi tercih ettiğiniz zaman, mesafeyi, dakikasını hatta yolun eğimini bile gösterir.
Güzel bir püf noktası daha: Toplu taşıma seçeneğinde şehirlerdeki metro istasyonları ve buradan yürüme mesafeleri dahil gözükür. Bu, özellikle gelişmiş metro ağı olan avrupa ülkelerinde çok işinize yarar.
Örneğin. Louvre müzesinden Montmartre tepesine çıkmak istiyorsunuz. Bu noktaları işaretlediğinizde karşınıza çıkacak toplu taşıma önerisi şöyle olur ”… durağından sarı metroya bin, … durakta yeşile aktarma yap … durakta indikten sonra yürü.”

Kaydedilen tüm bölgeler için kişisel notlar yazabileceğin bir bölüm de var. Bu size bölge ile ilgili iyi bir data oluşturma imkanı sağlar. Ayrıca offline olduğunuz için sırf yön bulmak uğruna internet paketi almanıza da gerek kalmaz. Uygulamayı çok uzun zamandır kullandığım için beş yıl önce gittiğim bir yere tekrar gitmeye kalktığımda haritayı güncellemem gerekir. Harita yenilenir ancak işaretlediğiniz noktalar bozulmaz. Böylece gittiğiniz heryer kayıt altındadır, unutulmaz.
Maps Me, sizi asla yarı yolda bırakmaz!

36 SAATTE PARIS

Louvre-Rivoli metro istasyonundan kalkan sarı hattaki metronun içinde kulağıma çalınan Fransızcanın büyüsü içindeyim. Kahve istemek, bir paket taze hamur işi almak veya herhangi başka bir nedenden ötürü biriyle karşılaşıp bildiğim tek fransızca sözcüğü gururla telafuz edebilmek için sabırla metrodan inmeyi bekliyorum. Kulağımda fransızca konuşmalar. Karakterli ve oldukça çekici. 

Metrodan indikten sonra ceplerimde aradığım tek yön bileti çıkışta tekrar kullanıyorum. Bu biletleri girdikten sonra atmamam gerektiğini bildiğim iyi oldu. Çünkü ne kadar şehir gezsem de her seferinde ulaşım işini çözene dek heyecanlanıyorum. Bu tek yön biletler aktarma yapmak için 90 dakika süresince geçerli. Eğer Paris’i gezmek için kısıtlı bir vaktiniz varsa, bu süre çok işinize yarayacak, emin olun.

Paris’te uyandığımız ilk günün sabahına dönecek olursak; kısıtlı bir tatil planında olabilecek en kötü şey oldu! Haftalar önceden kahvaltı ve sonrası için planladığım gün patladı. Şehirdeki tek kahvaltı adresimiz belliydi. Fragments‘ de iyi kahve eşliğinde bir tabak çırpılmış yumurta. Belki bir de o güzel avokado tost. Metrodan indikten sonra ara sokakta biraz yürüdük. Tam geldik dediğimizde, asla güncel açılış saatini kontrol etmediğimizi farkettiğimiz Fragments’in kapalı olduğunu gördük. Neyse, bir sonraki durak Used Book Cafe‘ydi. O eski kitapları karıştırırken bir şeyler atıştırmak, bu aksiliğin üzerini güzelce kapatacaktı. Telefonumdaki -her seferinde onu bulduğum için şükrettiğim- uygulamayı açarak Used Book Cafe’nin kapısına kadar geldik. KAPALI! Zaten kısıtlı bir zamanda daha kötü ne olabilir? Tüm günün planı belli ve buraya tekrar dönecek ne vaktimiz ne de bir önceki gün yüzünden dermanımız var. 
‘Seni camlarının arkasından da olsa görmek güzeldi.’

Moralimizi düzeltecek tek şey, taze bir hamurişi ve kahve. Hemen uygulamadan bir sonraki durağı işaretliyorum ve çizgiyi takip ediyoruz. ‘Bir şehri tanımanın en iyi yolu, sokaklarında yürümek ve toplu taşımasını kullanmaktır’ derim hep. Bu ikisini yaptığınızda ne demek istediğimi anlayacaksınız. 
Sokaklarda hiçbir turistik aktivitenin size verememeyeceği sürprizlerle karılaşırsınız. Bazı yerlerde dükkanların önünde uzun kuyruklar görürsünüz. Dar bir ara sokaktaki köhne, küçük bir dükkandan tereyağ kokusu çalınır burnunuza. Kuyruğun nedeni anlaşılır. Benim gibi bir şehir avcısıysanız, dükkanın ismini hemen not edersiniz telefonunuza. Tekrar gelecek olursanız ne yapacağınızı bilirsiniz böylece.

Boulangerie Poilane‘nin muhteşem çikolatalı kruvasanlarından birer tane alıp yolumuza devam ettik. Buraya kadar anlatmak istediğim şey; eğer bir şehir için yalnızca 36 saatiniz varsa, olağanüstü planlı olmak zorundasınız. İşinizi şansa bırakmak ve bir ayrıntıyı atlamak, kısa zamanda çok yol almak isteyen sizi üzebilir. Biz, az sonra, ayaklarımızın hissiyatını kaybedecek kadar müze ve sokak gezip, karnımızı doyurmak üzere önceden rezervasyon yaptığımız yere yemeğe gideceğiz. 
Şimdi, en başından -hatasız- 36 Saate Paris listeme tekrar bakalım.

KONAKLAMA

Paris birçok avrupa ülkesinde olduğu gibi bölgelerden oluşuyor. Göbeğini Louvre Müzesi’nin olduğu yer olarak düşünürsek, halka büyüdükçe bölge isimleri değişiyor. Kısa zamanda Paris’in birkaç önemli noktasını görme planınıza varsa 1,2,3,4,5 ve 6. bölgeleri tercih etmeniz mantıklı olur. Ama Paris, dünyanın en eski ve büyük metro sistemine sahip bir şehir. Eğer 9,10,11. gibi bir yerde makul bir fiyata otel bulabilirseniz bu sizi asla yormaz, bilin istedim. 🙂

Biz; şans eseri 1.Bölgede iyi bir otel fırsatı yakaladık ve bu bölgede konakladık. Değerlendirmek isteyenler için otelin booking linkini bırakıyorum.

Relais Du Louvre

PARİS’E UÇUŞ

Paris-Charles De Gaulle Havalimanı’nı hep merak etmiştim. Beklediğimden küçük ve oldukça eski bu alana indiğimizde covid negatif testlerimizin kontrolü için sıraya girdik. Pasaportlarımıza yapıştırılan minik kırmızı sticker ile ülkeye giriş yaptık. Şehirde girdiğiniz heryerde elektronik aşı kartınız soruluyor. Barkodu telefonunuza ss yapıp kalp koyun ki, elinizin altında olsun.

ULAŞIM

Eğer THY ile Charles De Gaulle Havalimanı’na uçuyorsanız, bagajınızı aldıktan sonra RER hattına biraz yürüyüp (yaklaşık 8-10dk), yaklaşık yarım saat içinde de şehir merkezindeki ana istasyonlara ulaşabilirsiniz. Havaalanı şehrin 5.zone’unda bulunuyor. Dolayısıyla buraya giden RER hattının ücretleri de farklı. CDG havalimanından RER’in B hattı ile şehir merkezine (Gare du Nord) giden hattın ücreti 10.30€

Şehrin merkezine gitmek için, RER – hattına binip ana duraklardan biri olan Les Halles durağında inebilirsiniz. (Biz buradan otelimize direkt yürüdük.) Buradan metro ağına bağlanıp istediğiniz bölgeye geçebilirsiniz. Eskiden olsa kesinlikle metro haritası edinin derdim ancak günümüzde hangi duraktan hangi renk hatta bineceğinize ve ineceğiniz durağa kadar gösteren uygulamalar var. 

Şehir içinde biletleri, metro girişlerindeki otomatlardan kolaylıkla alabilirsiniz. Eğer 3 günden fazla kalacaksanız, 10’lu biletlerden almanızı tavsiye ederim. Otomattaki seçeneklerde var. 
Tek yön bilet fiyatı: 1,90 euro. 10’lu alınca tanesi 1,69 euro oluyor.
Tek kullanımlık biletin 90 dakika boyunca geçerli olabildiğini de unutmayın.

RER: Şehrin banliyölerine giden, daha az durağa sahip olup daha hızlı ilerleyen tren ağı.

PARİS’TE 36 SAATE NE YAPABİLİRSİN?

İLK GÜN;
Şehri Sen Nehri’nden ikiye bölecek olursak önce kuzey bölgeyi gezerek başlayın. Bugüne isterseniz bir müze gezisi ekleyin. Eğer iki büyük müzeden en az birini görmek isterseniz ertesi güne bırakmak mantıklı. İlk gün plana uyarsanız metroyu yalnızca 1 kez kullanırsınız. Bu yüzden; ayakkabını iyi seç!

Görebileceğiniz noktalar;

  • Colonnes de Buren
  • Kafe Kitsune
  • Galerie Vivienne
  • Starbucks France
  • Opera Garnier
  • Musee Gustave Moreau
  • Mamiche
  • Abbesses Metro Durağı
  • Au Marche de la Butte
  • Le Passe – Muraille 
  • Le Maison Rose
  • Sacré-Cœur Bazilikası 
  • Sinking House
  • Carousel de Montmartre
  • Musee d’Orsay (opsiyon)
  • Angelina
OPERA GARNIER

İKİNCİ GÜN;
Tüm günü dolu dolu, biraz sanat, biraz alışveriş ve çokça hamurişi ile doldurabilirsiniz. Eğer Louvre Müzesi Palanınız varsa bugüne ayırın. Müzenin tamamını hızlıca bile olsa dolaşmak bir tam gün alacaktır. Kişisel tavsiyem; ilginizi çekecek 3 ayrı kanattan birine yoğunlaşın. Biz Denon Kanadını hedef alarak yaklaşık 3 saat harcadık. Ayrıca turistik aktivitelerden Eiffel ve Şanzelizeyi de bugüne ayırdık.

Görebileceğiniz noktalar;

  • Used Book Cafe (Merci)
  • Boulangerie Poilane
  • Les Deux Magots
  • Jardin Des Tuileries
  • Musee Louvre
  • Shakespare and Co
  • Notre Dame Katedrali
  • Le Bon Marche
  • Nelly Julien 
  • Boulangerie Laurent B 
  • Josephine Chez Dumonet
  • Eiffel
  • Champs Elysees (Şanzelize)
  • La Foule

PARİS’TE YEME – İÇME

Elbette her şehirde olduğu gibi Paris görülecek yerler listemin genelinde yeme içme durakları var. Çoğu elbette artizan ekmek ve çeşit çeşit hamurişi yapan fırınlar. Beni Paris’e sürükleyen bir diğer neden ise şahane bistrolara sahip olması. Eğer Paris’e kısıtlı bir süre için geldiyseniz size vereceğim bu listedeki yıldızlı isimleri mutlaka değerlendirin.

Fırın – Kafe – Kahve

Kafe Kitsune: İnstagramda herhangi bir Paris fotoğrafında mutlaka Kitsune’un karton bardaklarına rast gelmişsinizdir. Tam bir fenomen durağı. Değer mi bilemiyorum? Çünkü kahvesi diğer tüm kahvecilerden daha pahalı. Ancak özellikle Buren, Galerie Vivienne dolaşacaksanız, elinize bir bardak taze kahve almanızda sakınca yok. Özellikle; Jardin du Palais Royal’deki şube, görülmeye değer.

Used Book Cafe: Geç kahvaltı için harika seçenek. Elimde olsa oturmaktan sıkılacağım vakte kadar zamanımı burada harcardım. Çünkü bir kitap bağımlısıyım. Kitap kafe konsepti bana hep sıcacık gelir. Burada kışın bir fincan kahve yanına simit sandviç veya yazın zencefilli limonataya ek biraz kullanılmış kitap sayfaları hışırdatma.

Starbucks France: Fransa’da Starbucks’a girmek en az Milano’daki kadar saçma evet. Ama buraya kahve içmek için girmeyeceksiniz. İçi, fotoğraflamanız gereken güzellikte. Opera binasının çaprazında konumlanan kahvecide ‘birine bakıp, çıkın!’

Poilane: Şüphesiz uğraman gereken en önemli duraklardan birisi. Paris’in en güzel artizan fırınlarından biri olduğu gibi bence önemli bir hediyelik eşya dükkanı. Hızlı bir kahvaltı için çikolatalı kruvasanlarından alabilirsin. Ancak benim tavsiyem, ekmek almadan çıkmaman. Hatta, dönüş yolunda sevdiklerin için bile bavula biraz ekmek koyabilirsin.

Boulangerie Laurent B: Önünde sıra beklemeye değer bir artizan fırın. Bir fincan kahve yanında tuzlu-tatlı hamur işi, belki peynirli sandviç. Çok klas bir dükkan. Eğer yer varsa burada oturarak kahvaltı yapın veya yanınıza alıp sonraki durağınıza giderken hızlı bir öğle yemeği atıştırması yapın. Ya da belki romantik bir baget alıp çıkabilirsiniz. 😉

Mamiche: Vanilya kremalı beignet ve çikolatalı kruvasan yemeniz şart. Beignet özellikle denemeye değer. Ve pek tabii zeytinli, üzümlü, cevizli ekmekler…

Angelina: Tatlı severlerin gözüne, ağzına hitap edebilecek popüler pastane. Makaronları hediye için bir alternatif. En çok sıcak çikolatası için geliyorlar. Ama eğer bir kez buraya gelecekseniz mont blanc yemelisiniz. Eğer gelecekseniz rezervasyon yapın veya biraz sıra beklemeyi göze alın.

Les Deux Magots: Masalarında kimler kimler oturmadı ki.. Evet, burası 1812 yılında kurulmuş, Paris’in en turistik kafelerinden birisi. Ama gözlerinizi kapatıp 1920’lerde, yan masada sohbete dalan Hemingway ve Scott Fitzergard’ı hayal edebilirsiniz. Şehrin en ilham verici noktalarından biri olduğunu kabul ediyorum. Buraya gelin ve Paris’te birçok kafede olduğu gibi caddeye bakan sandalyelerden birine oturup, papyonlu kibar garsonlardan birine sıcak çikolata içmek istediğinizi söyleyin!

Cafe Flore: Kuşkusuz en az Deux Magots kadar eski ve popüler. Influncer’ların en çok paylaşım yaptıkları yerlerden biri. Bana biraz fazla sosyetik gelse de, burayı dışarıdan fotoğraflamak oturmaktan daha iyi bir seçenek.

Fragments: Tek kahvaltı hakkımı değerlendirmek için gidip, kapalı olduğuyla yüzleştiğim güzel kahve-kahvaltı adresi. Paris’in en keyifli kahvecilerinin olduğu bir bölgede yer alıyor. Bir tabak çırpılmış yumurta veya avokado tost ile iyi kahve içebilirsiniz. Mor veya Sarı renk hat metro ile yakınındaki Chemin Vert istasyonundan ulaşabilirsiniz.

PaperBoy: Oldukça zengin bir brunch menüsü var. Le Marais bölgesindeki en iyi öğlen yemeği-kahvaltı seçeneklerinden birisi. Özenli, keyifli ancak yüksek sınıf bir mekan.

Öğlen – Akşam Yemeği

Bir Fransız atasözü der ki; İdealler yıldızlar gibidir, onları tutmak mümkün olmaz ama karanlık gecelerde yolumuza onlar rehberlik ederler. Günümüzde Fransız mutfağı demek, bir mutfak şefinin ilk öğreneceği derstir. Zengin soslar hakkını verecek şekliyle yalnızca fransız şeflerin elinden çıkar. Şarap, peynir ve tereyağının bir akşam yemeğinden eksik edilmediği sofralar, bazen beyaz masa örtüleri bazense sıkışık mekanlardaki cılız sandalyeler. Her ne şekilde olursa olsun bu şehirde ”iyi yemek” ten ödün vermeyeceksiniz. 
Bu sebeple eğer içinizde bir gurme büyütüyorsanız, Paris bunun için bir cennettir. Michelin yıldızlı restoranların izinde şehrin gitmeye değer bistroları sizi fazlasıyla tatmin eder. En iyi restoranlarda çalışmış birçok şef, kendi bistrolarını açmışlardır. Bunlardan birkaçını aklınıza yazmak isterim.

Le Bistro Paul Bert: Fransız sosu mu dediniz? Paul Bert bunu deneyimleyeceğiniz en doğru adresten biri. Menü fransız klasikleriyle dolu. Fransız ekmeği, yer mantarı, iyi bir sufle. Burada steak au poivre denemenizi tavsiye ederim. Yani içinde bolca karabiber olan kremalı kahverengi sosla servis edilen bonfile. Tam bir Fransız klasiğidir. Geleneksel olarak patates püresi veya kızartılmış ev usulü patates ile sunulur. Abartılı olmayan gerçek bir bistro deneyimi için, buraya uğrayın!
Rezervasyon şart.
Feidherbe – Chaligny (mor) metro istasyonundan veya Reuilly-Diderot (sarı) metro durağında inip biraz yürüyerek ulaşabilirsiniz.

Septime: Paris’in 11.bölgesinde neo-bistro mutfağının sahibi genç şef Bertrand Grebaut’un taze restoranı. Taze diyorum çünkü Septime’i tanımlayan en özet kelime bu. Şef; çevre dostu, sürdürülebilir ve taze malzeme ilkesiyle yola çıkmış yenilikçi bir mekan yaratmış. Bir Michelin yıldızına ek sürdürülebilirliği temsil eden yeşil yıldızı var. İyi yemeği temsil eden kimlikli bir mekan arayışındaysanız, burada, Septime!

Chez Michel: Gare du Nord istasyonunun dibinde, menüsünde ev yapımı mayonezlerle servis edilen salyangoz ve çeşitli deniz ürünleri bulunan Fransız bistrosu. Burası daha çok av etleriyle ünlü. Vedat Milor tavsiyesine göre balık çorbası ve ıstakoz denenmeli.

Le Quincy: Kişisel favorim ve belki de Paris’e gelme sebebim. Ağır döküm tencerelerde pişen klasik fransız yemekleri. 100 sene öncesinden kopmuş ve günümüze düşmüş bir atmosfere sahip. Sanki Fransa kırsallarındaki anneannemin mutfağında yemek yiyorum ve dedem olacak ihtiyarı doyduğuma ikna edebilmek için şişen karnımı göstermem gerekiyor. Yemekleri servis eden iki ihtiyardan biri hakkındaki düşüncem tam olarak bu. Sahipleri geleneksel reçetelerini hiç bozmadan günümüze getirmiş. Paris’te denemeniz gereken tatlardan biri olan kaz ciğerinin(Foie Gras) hası burada. Garsonun dediği gibi ağzınıza aldığınız anda erimeye başlayacak ve siz ağzınızı şapırdatarak yutacaksınız. Menünün en favorilerinden şarap ve tavşanın kendi kanından yapılmış sos ile pişirilmiş yabantavşanı. Nam-ı değer lievre a la royale!
Şarap seçimi için garsona danışın. İyi şarap için her zaman çok para ödemeniz gerekmediğini kanıtlayacak. Neredeyse hiç İngilizce konuşmuyorlar ve gelenlerin neredeyse tamamı yerel halk. Rezervasyon ve nakit para şart.
Sarı metro hattı ile Gare du Lyon durağında inip, 5 dakika yürüyerek ulaşabilirsiniz.

Le Baratin: Belleville’deki küçük bir ara sokakta yer alan Baratin ağzınıza koyduklarınızın ötesinde önemsenecek türden bir yer değil. Atmosfer yok. Kendine cılız sandalyelerden birini çekip, günlük belirlenen kara tahta üzerindeki Fransızca menüden bir yemek seçmen gerek. Geniş bir samimiyetle yemek yapan Arjantinli şef Raquel Carena’nın bistronun en dikkate değer özelliği sadece nerede yiyeceğini bilen Parislilerin (ve onların tanıdıklarının) gittiği ve paydos eden şeflerin yemek yemek için tercih ettiği yer olması. Şarap seçimini Charles’a bırakın ve arkanıza yaslanıp bu deneyimin başlamasını bekleyin.
Rezervasyon şart.
Kahverengi metro hattı ile, Pyrenees durağında inip, 4 dakika yürüyerek ulaşabilirsiniz.

Bouillon Chartier Montparnasse: Pirinç pervazlar, aynalar, lambalar.. Kabarık etekli bir film sahnesi ve tam bir Art Nuveau döneminin orta yerinde gibiyiz. Garson, söylediğimiz siparişi masaya serilmiş kağıt üzerine not alırken, etrafın büyüsü içindeyim. Biz, eski modadan vazgeçmeyip ördek confid söylüyoruz. Başlangıç olarak da pek tabii escargot. Fransız ekşi maya ekmeği, salyangozun tereyağ ve fesleğen kokan sosuna batırırken iyi ki buraya zaman ayırmışız diyoruz. Tekrar olsa, eldivenlerimi ve geniş çeperli şapkamı takıp, spaghetti bolognese yemeğe giderdim. 🙂 Masadaki ev yapımı hardalı dikkatli kullanın. Burnunuzdan ateşler çıkarabilir. Burası uygun fiyatlı bir mekan. Akşam yemeği için gidecekseniz biraz sıra beklemeye değer. Biz öğlen yemeği için gittiğimizde sıra beklemedik. Ama unutmayın ki, bu mekan oldukça turistik.
Pembe metro hattı ile, Montparnasse-Bienvenüe durağında inip ulaşabilirsiniz.

PARİS’TE 36 SATTE GÖRÜLECEK YERLER

Colonnes de Buren: Fransız sanatçı Daniel Buren’in 1985-1986 yılları arasında yaptığı bir sanat enstalasyonudur. Palais Royal’in iç avlusunda bulunur ve fotoğraflamak için harika bir mekandır.

Galerie Vivienne: Şehrin pasajları için kesinlikle vakit ayırmalısınız. Özellikle Galerie Vivienne için. 1823 yılında inşa edilen bu kapalı çarşı, Paris’in en sembolik galerilerinden biri. Mozaik zeminler, süslü kemerli duvarlar ve ışığın içeri girmesine izin veren cam tavan. Ayrıca 2022 Paris moda haftasının bu pasajın içinde yapılması kesinlikle harika bir seçim olmamış mı?

Opera Garnier: Yolun karşısında fotoğraf çeken turistlerin asla eksik olmadığı tarihi bina. Binanın süslemeleri ve iç tasarımına hayran kalmamak imkansız. Şaheserin sözlük anlamına Opera Garnier’ı örnek vermek yanlış olmaz. Umarım bir gün binaya layık şekilde prenses kıyafetlerimi giyip opera izlemek için gidebilirim.

Abbesses Metro Durağı: Montmartre’de Paris’in kesinlikle en ikonik girişli metro istasyonu. 1978’den beri tarihi anıt statüsünde.

Au Marche de la Butte: Filmde Amélie Poulain’in sık sık uğradığı manav. Günümüzde yalnızca meyve-sebze dükkanı olmak dışında Amelie’nin kartpostalları ve posterlerini de satmakta. 

Le Passe – Muraille: Fransız edebiyatçı Marcel Aymé’in Duvardan Geçen romanındaki Duteilleul karakterinin heykeli. Hikayeye göre duvarların içinden geçebilme gibi bir yeteneği olduğunu keşfeden Dutilleul, gücünü kafasına göre kullanarak sonunda onu kaybeder ve kendini bu duvarın içinde sonsuza kadar hapsolmuş bulur. Heykelin buraya yapılma nedeni, yazarın evinin bu sokağın devamında olması. Heykeltraş Jean Marais tarafından tasarlanan heykelin suratına baktığınızda romandaki karakter Detilleul yerine Aymé’ninkini görürsünüz.

Le Maison Rose: Bir restoranda yemek yiyip bir şeyler içmek dışında ne yapılır? Burası Montmartre’de en çok fotoğraflanan yerler arasında. Sizce de oldukça sempatik görünmüyor mu? Yer bulabilirseniz, atıştırmak için şans verin.

Sacré-Cœur Bazilikası: 1914 tarihinde yapılmış, içinde bir yer altı mezarlığı bulunan ikonik yapı. Paris’in en yüksek tepesinde bulunur. Hemen önündeki merdivenlere oturup şehri tepeden izlemek için birkaç dakikanızı ayırın.

Le Carousel: Şehrin en eski atlıkarıncalarından biri Montmartre’de, Sacré-Cœur Bazilikası’nın eteklerine konumlandırılmış. Nostaljik bir filmin içine girmiş kadar etkileyici ve sihirli.

Jardin Des Tuileries: Paris 1. bölgede, Louvre Müzesi’nin hemen yanıbaşındaki Tuileris Bahçesi halka açık Paris bahçelerinin en güzel örneklerinden. Her yer etkileyici heykellerle kaplı. Tam ortasındaki yapay gölün çevresine saçılmış demir, yeşil sandalyelerde oturmak bir Paris geleneği.

Notre Dame Katedrali: Seine Nehri’nin kıyısındaki bu ünlü gotik kilise. 2019 da tavanında çıkan yangın sebebiyle 900 yıllık tarihi mirasın büyük bölümü hasar almıştı. Dünyada milletlerin değil tüm insanlığın sahip olduğu bir yapı varsa, Notre Dame bunlardan birisidir.

Le Bon Marche: 1838 de yapılan dünyanın ilk büyük perakende konsepti olan alışveriş merkezi. Severs Babylon durağındaki yeşil metro hattıyla ulaşılabilir.

MÜZELER

En popüler iki müzeyi de 36 saate sıkıştırmak zor olabilir. Ancak bizim şehre gelişimiz daha çok müzeleri (çocuksuz) gezebilecek bir fırsat yaratmaktı. Bu yüzden bunun için vakit ayırdık. Siz ya çok istediğiniz tek müzeyi hakkını vererek gezin ya da bizim gibi sıkıştırılmış ama seçmece bir tarz benimseyin. Biletleri internet üzerinden online almak size zaman kazandıracak. Louvre gibi popüler bir müzeyi sabah ilk açılış saatinde ziyaret etmek de rahatlığınız açısından iyi olacak.

Orsay Müzesi, perşembe günleri gece 21:00 e kadar açık. Bunu değerlendirmek isteyebilirsiniz. Biz tüm gün aydınlık şehrin tadını çıkartıp hava kararınca müzeye girdik. Bu, kısıtlı zamanı değerlendirmenin bir diğer şekli oldu. Biletimizi günün bu saatine uygun şekilde online almıştık ve sıra beklemeden içeri girdik.

Ayrıca müzelerde belirli dönemlerde ek sergiler olabiliyor. Ziyaret gününüze göre bunu da kontrol etmeyi unutmayın. Mesela; Gustave Moreau Müzesi’ne gelmeden önce La Fontain’in kapalı sergisinin olduğunu öğrenmiştim. Bu kısıtlı zamanımızda bu müzeyi de ziyaret listemize eklememize vesile oldu. İyi ki de oldu! 

Elbette her müzede görülmesi gereken önemli eserleri birçok yerde okumuşsunuzdur. Ben kişisel favorilerimle size küçük bir liste yapmak istedim.

LOUVRE MÜZESİ

Louvre Müzesi için online bilet alırsanız, müzeye girişte hızlı geçiş hakkınız olur. Müzenin 4 ayrı kapısı var. Geçiş hakkınızı kullanacağınız ayrıntılı bilgiyi biletin üzerinden okuyabilirsiniz. Ayrıca covid için gereken uluslararası geçerli aşı sertifikanızı (barkod) girişteki görevliye göstermeniz istenecek. 

Online aldığımız biletle, dünyanın en büyük sanat müzesine hızlı geçiş hakkımızı kullanıyoruz. İçeri girer girmez vestiyeri bulup eşyalarımızı küçük dolaplara kilitliyoruz. 
Eşyamızı bırakır bırakmaz Denon kanadını buluyoruz. Daha önceden biraz araştırma yapıp görmek istediğimiz eserleri listelemiştik. Bu eserlerin çoğu Denon kısmında olduğu için, diğer kanatları göremeyeceğimi kabullenmiş şekilde gezimize başladık.

Winged Victory of Samothrace (Semadirek Kanatlı Zaferi) :Gördüğünüz anda neden dünyanın en sevilen heykellerinden biri olduğunu anlarsınız. Mona Lisa’ya gidecek merdivenlerin hemen ortasına yerleştirilmiş olması iyi düşünülmüş bir planlamadır. Öyle ki, merdivenlerde durup bu kolları olmayan bu mermer tanrıçanın güzel kanatlarına bakıp hayran kalmak için alanınız olur. Benim için heykellerin en sarsıcı olanıdır.

Wedding At Cana (Kana’da Düğün): Tüm heybetiyle cılız Mona Lisa’nın tam karşısındaki duvarda durur. Dünyada insan yüzüne duygusal ifadeler eklenen ilk eser olarak kabul edilmiştir. Rönesans döneminin en önemli ressamlarından Paolo Veronese’nin en önemli eseridir. İsa’nın konuk olarak çağırıldığı bir düğünde, peygamber olarak ilk mucizesi kabul edilen suyu şaraba dönüştürmesi resmedilmiştir. Dönemin en iyi sosyal hayatı yansıtan çalışmalarından biri olduğu düşünülür. Tablo 66 metrekarelik devasal boyutuyla müzenin en büyük eserlerinden birisidir.

The Coronation of Napoleon (Napolyon’un Tam Giyme Töreni):Napolyon’un Notre Dame Katedrali’ndeki taç giymesini resmeden Fransız ressam Jacques-Louis David’in eseri. Boyutları yaklaşık olarak Kana’da Düğün eseriyle aynıdır. Şüphesiz, Louvre’da en etkilendiğim tablodur. 

Psyche Revived by Cupid’s Kiss (Cupid’in Öpücüğü ile Canlanan Psyche): 1793 yılında İtalyan heykeltıraş Antonio Canova tarafından oyulmuş, kalp ve ruhu temsil eden aşk dolu bir başyapıttır. Louvre’un en romantik parçalarından biridir.

Mona Lisa: Müzenin Denon Kanadına girdiğinizde tüm oklar Mona Lisa’yı gösteriyor. Çünkü sadece bu tablo için Louvre birçok ziyaretçi alıyor. Diğer eserler gibi ona yaklaşıp, istediğiniz gibi inceleyemezsiniz. Çünkü Mona Lisa çift kat camla korunduğu gibi, gümrük sırası gibi bir sırayla şöyle bir bakıp geçmeniz gereken bir tablo. Sabah saatlerindeki azami kalabalığı yakalarsanız iyi, yoksa oldukça kalabalık bir sırayı beklemek zorundasınız. Tavsiyem; sabah Louvre’a giriş yaptığınız gibi önce Mona Lisa’ya gidip görün. Sonra tüm eserleri rahat rahat gezersiniz. Şu ana kadar tablonun yalnızca popülerliğini anlatabildim. İşte ona bakarken de olan bu.

NOT: Louvre içinde çok değerli eserleri bulunduran biz müze olduğu kadar kendi değeri ve güzelliği de olan bir saray. Sık sık başınızı kaldırın ve tavanlardaki olağanüstü süslemelere bakın. Orada bambaşka hikayeler, bambaşka eserler var!

ORSAY MÜZESİ

1898 – 1900 yılları arasında inşa edilen bina öncesinde bir tren garıymış. Böyle bir yapının müzeye dönüştürülmesindeki güzelliği içine girdiğinizde daha iyi anlayacaksınız. Detaylar ve atmosfer çarpıcı. Benim çocukluğumdan beri çok ilgili duyduğu empresyonist ressamları içinde barındırıyor. Edgar Degas, Claude Monet, Vincent van Gogh, Edouard Manet, Pierre Auguste Renoir gibi ressamların önemli eserleri Paris’teki Orsay Müzesinde sergilenir. Burada kişisel olarak beğendiğim istediğim birçok eser var ancak yalnızca birkaç tanesini örnekleyeceğim.

Orsay Müzesi için de biletli olmanız durumunda sizi kuyruk olmayan başka bir kapıya yönlendirecekler ve aşı sertifikanızı görmek isteyecekler.

Dance et Le Moulin de la Galette(Renoir): Pierre Auguste Renoir’in 1876 tarihli tablosu. Montmartre’de her pazar açık hava danslarının düzenlendiği Moulin de la Galette’deki bir öğleden sonrasını resmeder. Resimde bulunan çoğu karakter Renoir’in dostları ve yanıdıklarıdır. Kaynaklara göre bu tablo, muhtemelen ilk sergilendiği sırada Caillebotte tarafından satın alınmış ve onun vasiyetiyle de devlet koleksiyonuna dahil edilmiş.


Olympia: Edouard Manet’in 1863 tarihli tablosu. Şüphesiz Manet’in en tepki aldığı eserlerinden biri Olympia’ydı. Konusu bayağı ve edebe aykırı, beğeniye karşı bir aşağılama olarak görüldü. Manet, modeli Victorine Meurent’i salon ressamlarının aksine idealize etmeden, nasıl gördüyse, dahası onu bir fahişe rolüyle, sıradaki müşterisini beklerken, bir başka müşterisinden gelen çiçekleri alırken betimlemişti. Yayanın ayakucunda sarı gözleriyle bakan kedinin anlamı ise muğlak: kötülük ve cadılığı çağrıştırmakla beraber büyük olasılıkla erotik zevkleri sembolize ediyor.

The Luncheon on the Grass: Edouard Manet’in 1863 tarihli tablosu Reddedilenler Salonu’nda sergilenen yapıtlar arasında en büyük skandala yol açan tablo oldu ve daha sonra modern sanatın dönüm noktalarından birini simgeleyen yapıt olarak nitelendirildi. Eleştirmenleri kızdırmasında kullanılan tekniğin de payı olsa da asıl sorun ahlaka aykırı görünme konusuydu. Tabloda iki genç adamın, hafifmeşrep olduğu kanısına varılan iki genç kadınla arkadaşlıkları görülür. Kadınlardan biri Victorine Meurent’tir ve doğrudan izleyiciye olan bakışı sahneye istenmeyen bir katılım davetine yol açıyordur.

The Starry Night Over the Rhone: Vincent van Gogh’un 1888 tarihli tablosu. Sanatçının en sevdiğim eseri sanırım. Ne zaman baksam hayal kurmaktan kendimi alamam. Işığın yansımasını en tatlı anlatan eserlerden biri Rhone Üzerinde Yıldızlı Geceler.
Van Gogh’un Otoportre, Tarlada Dinlenen Köylüler, Arles’daki Yatak Odası ‘da yine aynı odada görebileceğiniz eserler.

Nymphéas Bleus: Mavi Nilüferler, Claude Monet’in son 30 yılında küçük dairesinin bahçesinde yaptığı 250 adet Nilüfer tablosundan yalnızca biri. Monet, İzlenimcilik akımının en önemli liderlerinden biri. Ve tabii onu açık havada resim yapmaya teşvik eden Eugène Boudin olmasaydı belki de Monet stüdyosunda resim yapmaya devam edecekti. Öyle ki; en çok etkilenen, kendini geliştiren ve tarzını her seferinde genişleten ressamlardan biri kendisidir bana kalırsa. En popüler olanları bir kenara bırakırsak, çok çeşitli eserleri buna bir örnektir.

Son olarak Orsay Müzesi’ni bir diğer ünsüz ama etkileyici tablo ile kapatmak isterim. William Bouguereau’nun 1902 yılında yaptığı mitolojik yağlıboya tablo, Les Oréades. Bunlar; geyikleri ve yırtıcı kuşları oklarıyla avlamak için dışarı çıkan dağ perileri. Şafağın gelişiyle beraber gökyüzüne, yani kendi krallıklarına dönerken onlara şaşkınlıkla bakan üç geyik resmedilmiş. Orsay’ın hayatıma kattığı en şiirsel tablo olmuştur.

GUSTAVE MOREAU MÜZESİ

Paris’in 9.bölgesinde, Sembolist ressam Gustave Moreau’nun eserlerine adanmış bir sanat müzesi var. Burası ilk zaman sanatçının eviyken sonradan stüdyoya ve en sonunda müzeye dönüştürülmüş. İlk katında Moreau ve ailesine ait kişisel eşyalar bulunuyor. Çok yüksek duvarlar, sanatçının çoğu yarım kalmış yağlıboya ve suluboya eseriyle dolu. Zaten Moreau genellikle birçok resmini hep yarım bırakmış. Evi müzeye dönüştürme fikrinden sonra çoğunu tamamlamaya çalışmış ama yine de yarım kalan bir sürü çizim görebiliyorsunuz.
Resimlerini satmakla ilgilenmemiş, hatta çoğunu sergilememiş sanatçının evinin en üst katındaki stüdyoya, etkileyici spiral bir merdivenle çıkıyorsunuz. Fotoğraf çekmenin yasak olduğu müzede sahip olduğum tek fotoğraf bu güzel merdivene ait. Eserlerini satmaması elbette mimar bir babaya sahip olmasıyla tuzunun kuru olduğunu gösteriyor. 😉

Dönemsel olarak bazı özel sergileri de oluyor. Biz, Moreau’nun La Fontain Masalları için yaptığı suluboya çalışmalarına denk geldik. 35 adet çalışmanın hepsine hayran kaldık. Boyaların rengini ve canlılığını 21.yüzyılda bu derece koruyor olmasına ayrıca şaşırdık. Müzeden ayrılmadan önce La Fontain için yaptığı suluboya çalışmalarından bir kopyayı ve etkileyici spiral merdivenlerin posterini satın aldık.

Eğer küçük, dopdolu ve başlı başına sanat dolu bu müzeyi ziyaret etmek isterseniz, burayı Mortmartre’ye çıkarken planınıza ekleyin.

Son olarak; Paris’ten dönmeden önce herhangi bir markete girip bavula atmak için biraz ucuz şarap alın. Açtığınızda tadına, kalitesine hayran kalacaksınız. Seçeceğiniz herhangi bir Fransız şarabının kötü olması düşük bir ihtimal. 
Ayrıca kuzeydeki Normandiya bölgesinde 18. yüzyılda üretilmeye başlanmış meşhur fransız küflü peyniri Camembert veya Rocamadour isimli keçi peyniri de Fransa’dan dönerken alınabilecek şeylerin en başında geliyor. Camembert yoğun kıvamlı ve alışılmadık kokulu geliyorsa, onu bir de ekşi mayalı ekmeğin içinde tost olarak tüketin. Tabii yanında bir kadeh Fransız şarabıyla..

Fotoğraflar: Yiğit Ali Tüzün – Tuğçe Tüzün

kinoa-salatasi-greyfurt-ve-peynir-ile

KİNOA SALATASI, GREYFURT VE PEYNİR İLE

Kısırın yerini tutmazcılar için söylüyorum; kimse sizin bulgurunuza laf söylemiyor, kısırınızı elinizden almıyor! İstediğiniz kadar sevebilir, yiyebilirsiniz. :)) Ama bir de evin havalısı olarak görülen kinoa’ya şans tanıyın derim. Popülerliği son yıllarda artmış görünse de tarihi taa İnkalara kadar dayanıyor. Yüksek protein içermesi, lif ve mineral zengini olması, hele bir de bulgur gibi şişirmemesi var ya, onu baş tacı bile yapabilir. Benim en çok tükettiğim şekil Kinoa Salatası şeklinde olanı olsa da bunu çeşitlendirmek mümkün. Ben bu tarifi kışa uyarladım ve besleyici özelliği tavan yapan bir reçete oluşturdum.

Her kış olduğu gibi yine salgın bir hastalık var sokaklarda. Özellikle çocukların kalabalık olduğu ortamlardan zincirleme dağılan virüsün çokça dokunulan yerlerde (kapı kolu, masa) 8 saate kadar canlı kalabildiği bilinmekte. Ayrıca kapalı bir ortamda öksüren, hapşıran daha normali nefes alan enfekte kişilerin bulaştırdığı virüs havada da uzun bir süre asılı kalabiliyor. Aynı ortamdaki havayı solumaya maruz kalan kişiye bulaştığında ise belirtileri 3-7 gün içinde görülebiliyor. Unutulmaması gereken ilk şey; bu virüsün antibiyotikle tedavi edilmemesi.

Gripten Nasıl Korunuyorum?

Salgın dönemlerinde ben işin daha çok hastalık öncesi tarafına yoğunlaşıp, hastalanmamak için yapılması gerekenleri uygulamaya çalışırım. Genelde işe yarar ancak devamlılığı olmaması halinde boğazıma direkt yapıştığını da iyi hatırlarım. Kendi korunma yöntemlerimizi sıralayacak olursam;

1.Bir kere en korkulmayacak şeyin ”soğuk hava” veya ”üşümek” olduğunu savunabilirim. İnsanlar genelde hava soğuk olduğu için cam açmaz, evini havalandırmaz hatta çoğu çocuklu aileler üşümesinler diye çocuklarını dışarı çıkartmazlar. Bu kısım yapılan ilk hata olur genelde. Çünkü bildiğimiz gibi ”virüs, kapalı ortamlarda havada asılı kalır.”  Bizim evimizde kışın en az 6-8 kez cam açılır.

2. Bir diğeri kesinlikle sıvı tüketimi. Yaz aylarında rahatlıkla içebildiğimiz su kışın bizi zorlayabilir. Bunun için yapılabilecek en güzel şey; kocaman bir sürahiyi su ile doldurup içine sevdiğiniz birkaç aromatiği atmaktır. 2-3 dilim limon, bir çubuk tarçın ve belki bir tutam taze nane. Ben bazen soyduğum portakal kabuklarını atıyorum. Görünümü kötü olsa da aroması suyu rahat içilebilir kılıyor.

3. En önemli maddemiz, C vitamini alımı. Portakalın, mandalinanın, greyfurtun halen çokça üretildiği bir ülkede tablet olarak kullanmanın gereksiz olduğunu savunuyorum. Mahallenin pazarına kışın en çok turunçgiller almak için gitmelisiniz. Her gün aksatmadan yenilen bir porsiyon portakal tüm kış sizin kalkanınız olabilecek güçtedir. Denedik, kendimize ispatladık. Hastalıkları en çok kendine ispatlamak önemli değil midir zaten? Deneyin, sizde ispatlayın. Unutmayın; aksatmadan, her gün düzenli C vitamini!

4. Son olarak; eve girer girmez eller yukarı kuralı var! :)) Gün içinde özellikle metrobüs kullananlar beni daha iyi anlar. Ayakkabıları çıkart, montunu as ve hemen ellerini yıka!

Kinoa Salatası – Bir Yusufcuk Havalandı

Kinoa Salatası, Greyfurt ve Peynir İle – Malzemeler

1,5 çay bardağı Kinoa, yıkanmış ve tercihen 1 saat suda bekletilmiş

5-6 yaprak kıvırcık, doğranmış

1 küçük boy kırmızı soğan, piyazlık doğranmış

1/3 demet karalahana, çok kalın sapları ayıklanmış ve kıyılmış

2-3 salatalık, küp küp doğranmış

Yarım greyfurt, beyaz yerleri ayıklanmış ve küp doğranmış

Eski kaşar, yaklaşık 50 gr

Sosu için;

Çeyrek çay bardağı zeytinyağı

1 çay kaşığı hardal

1 yemek kaşığı nar ekşisi

Birkaç damla limon

tuz

Yapılışı;

Kinoa’yı yaklaşık 2 su bardağı su ile haşlayın. Haşlanırken bir miktar tuz atmayı unutmayın.
Soğanı ve doğranmış karalahana’yı bir tatlı kaşığı zeytinyağında kavurun. Çok öldürmeyin ve ılıtın.
Kıvırcık, salatalık, karalahana, soğan ve kinoayı bir kapta karıştırın.
Sos malzemelerini iyice çırpın ve salataya ekleyin.
Üzerlerine küp doğranmış greyfurt ve peynir parçalarını koyun.
Damak tadınıza göre ekstra nar ekşisi ekleyebilirsiniz.

Afiyet Olsun…

OTUZ YAŞ PASTASI

Geçtiğimiz hafta, daha da geçtiğimiz haftadan kalma 30 yaş doğum günüm için tam benlik bir pasta yaptık canım Zeno’yla. Zeno, pasta ve çikolata üzerine harikalar yaratan çok yetenekli bir o kadar da kokoş olan bir arkadaşım. Aynı zamanda evlendiğim gün en çok nazımı çeken birkaç kişiden biri. Nedimem :))

30 Yaş Dilekleri

Doğum günlerine niyeyse çok önem verdim hep, belki çocukluğumdan kalma bu kutlamalı mutlu olmalı aktiviteden kopmak istemedim hiç. Hele ki yeni haneye başlanılan sıfırlı yaşlar çok daha ciddiyetliydi benim için. 30’da bunların en ciddisiydi bence :)) Bu sebepten su gibi akan hayatta mal, mülk, eşya sahibi olmaktan vazgeçerek deneyimlere ve hayallere yatırım yapma fikrim tamamen yerleşti otuz yaşını almış benliğime. Dünya paralar döküp aldığım kıyafetler, gereksiz teknolojik aletler ve inciler boncukların gözlerimin önünde yoga derslerine, raw food workshopuna, glutensiz makarna dersine, Cuba’daki paladarın bir haftalık ödemesine ve Japonya’daki taşınabilir internete dönüşmesi hiç de zaman almadı. Artık gereksiz satın aldığım herşey,  bana hayatta mutluluk ve zevk veren bir deneyimden mahrum kalmama sebep oluyordu. Yani; ben artık bunu böyle görmeye başlamıştım. Kimine eğri, kimine doğru. 65 yaşıma geldiğimde bunu aynı şekilde düşünür müyüm, elbette kestiremem. Fakat durum aynen bu şekilde.

Otuz yaştan istediklerim; mutlu, huzurlu aile – iş hayatı… Sağlık, sağlık, sağlık… Deneyim, deneyim, deneyim :))

Zeno’yla kolları sıvayıp önce güzel bir truff yaptık. Tarif çok basit. Bir paket hazır çikolatalı keki ufalıyorsunuz. Bir paket hazır kutu kremanın içinde erittiğiniz 100 gr çikolatayla beraber parçalanan keki karıştırıyorsunuz. Buzdolabında 1-2 saat beklettikten sonra avucunuzun içiyle yuvarlak yapıp hindistan cevizine buluyorsunuz. Bu bitmiş haliyle de biraz dolapta beklemesi gerek. Sonra her kahvenin yanında bir tanecik yemek serbest. Çünkü otuz yaşımdayım :))

Pasta’ya gelecek olursak keki de harika pişti, arasındaki pasta kreması da nefis bir muhallebiydi. Arasına muz ve böğürtlen koyduk. Üstünü de birkaç minik toz gıda boyası karıştırılmış krem şanti ile kapladık. Bir de şeker hamurundan yeni ay yaptık, oh bana ne iyi oldu. Yakınlarım bilir. O dolunay yok mu dolunay beni mahfeden. Her dolunayda dönüştüğüm kurt kadın rolü için bu yıl Oscar’ı Emma Stone ‘dan alıp bana vermeliler diye düşünüyorum. Çünkü ben daha gerçekçiyim. Ali’ye sorun :)) Neyseki bu fobim için 30 yaş pastama ay koymayı ve hedef aldığım değiştirilebilir ay vaziyetlerine olumlu bir nokta koymayı seçtim. Zeno’da sağolsun harikalar yarattı. İnşallah bu tezim etkili olur da 12 Marttaki tutulmada ben benden gitmem :))

Fotoğraflar : Yiğit Ali Tüzün

SEVGİLİ LONDRA

Sevgili Londra, seninle 2008 yılında tanıştığımızda ilk yurt dışı deneyimim olduğundan ne yapacağımı şaşırmış, gerçek bir turist gibi tüm popüler yerlerine saldırmıştım. O Big Benler, London Eye lar, London Bridge ler fotoğraf çekmekten eskimişti :)) O zamanlar aynı evin küçük bir odasını paylaştığım arkadaşım Alev  ile beraber harika bir 3 hafta geçirmiştik. Şimdilerde; Ali ile beraber yeniden seni görmek istediğimizi hatırlayıp dolu dolu planlama yaptık birlikte. Bu sefer daha az turist olacaktık ikimizde. Gün gelip sana geldiğimizde gerçek yüzünü haşince gösterdin bize. Soğuktun Londra, çok soğuktun işte. Meğer tüm yıl zaten karamsar ve melankolik olan tavrın Şubatın bu birkaç gününde itici bir donduruculuğa dönüşüyormuş. O da bize denk geldi, iyi mi?

Londra Gezi Rehberimize müzelerle başlayalım… Gittiğimiz gibi eşyaları otele bırakıp British Museum‘a koştuk. Daha önce gezmediğim bölümleri de gezdim bu kez. Gerçekten aşırı yoruluyorsunuz çünkü çok büyük. Ingilizlerin farklı ülkelerden elde ettikleri eserler sergileniyor, mesela Türkiye’den Kütahya porselenler mevcut. Mısırdan alınmış mumyalara ağzınız açık bakabilirsiniz. Buradan çıkar çıkmaz bir başka önemli olan bir müzeyi ziyaret ediyoruz.  National Gallery. Burada da harika sanat eserleri mevcut. Birbirinden farklı tarzda resimler, muazzam çerçevelerle duvarları süslemiş. Yine çok büyük olduğundan iki müze ziyaretini farklı tarihlere yaymak mantıklı olan. Ama bizim ziyaret listesi biraz kalabalıktı, bu sebeple ilk gün biraz yorucu oldu.

Sıra dünyanın en çok ziyaret alan 7 müzesinden biri olan Tate Modern’ de. Modern sanat pahalıdır iddiasına kafa tutan, içerideki birçok eserin ücretsiz görülebileceği, yeri güzel, manzarası güzel, shop’u çok güzel müze. Binasını kırmızı telefon kulübelerini tasarlayan Sir Giles Gilbert Scott isimli mimar yapmış. Çok beğeneceğinizi düşünüyorum. Üst katındaki kafe de oturup Thames Nehrini izlerken bir fincan kahve için. Yorgunluğunuzu direk silip süpürecektir.

Notting Hill’ de Bir Cumartesi

Şimdi günlerden Cumartesi. Yani bugün pazar var. Nerede? Notting Hill’de. Portobello Pazarı ikinci el, vintage ve yeni birçok malzemenin satıldığı bir açık pazar. Undergrand ile Notting Hill istasyonunda inip dümdüz ilerliyorsunuz. Elinde pazar arabaları ile yürüyen insanları göreceksinizdir. 

O gün neler bulacağınız bilinmez, her hafta farklı şeyler düşüyor pazara. Dikkat edin, bazı eskiler çöpten yeni çıkarılmış olabilir :)) Ama gerçekten birçok şey orijinal. Eski tenis raketleri, amerikan futbolu topu, deri boks eldivenler, çiçekli ingiliz porseleni çay kupaları, sütlükler, çeşit çeşit suni kürkler, kürk şapkalar vs. Çılgına dönmeniz an meselesi. Her tezgah ayrı heyecan. Ayrı bir kalp krizi nedeni. Yanınıza bolca nakit alın ki, beğendiğiniz o güzelim eşyaları ağlayarak tezgaha geri bırakmak zorunda kalmayın. Altın sikkelerinizi  Oxford ve Regent Street gibi caddelerdeki burnu iki karış yukarıda mağazalarda bitirmeyin. Altın sikke ne mi? Tabii ki pound sevgili dostum. Ingiliz Sterlini şurda 4.8 lira olmuş, ne sanıyorsun? Şişe su bile alsak pound hesabı yapmaktan manik depresif olduk. Hem bulduğun farklı eşyalara sevinip hem oflamak neymiş gidince anlarsın :)))

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Turistik yerlere geçelim şimdi. Piccadilly Circus bunlardan biri. Güzel at heykellerinin önünde fotoğraf çektirmeden olmaz. Bu bölgelerden başlayıp Regent Street, ordan da Oxford Streete kadar yürümek gerek. Mesafeler uzun olsa da alışveriş yaparken ne farkederki :))

Abbey Road, Beatles İçin;

On iki Şubat günü sabah erkenden St John’s Wood istasyonunda inip dümdüz yürüyerek Abbey Road’ a ulaştık. Burası Beatles’ın Abbey Road albümü için kapak fotoğrafı çektiği yaya geçidi. Artık yaya geçidi olmaktan çıkıp bir sit alanı olmuş gibi. Aynı zamanda studyoları da burada. Birçok Beatles sever buraya gelip studyo ziyareti yapıyor ve bu yolda fotoğraf çektiriyor. Kapak fotoğrafı bence Beatles albümleri arasında en iyisi. Bu da bizden bir hatıra kalsın :))

Baker Street Yolunda

Pazar günü sakinliğinden faydalanıp o güzelim evlerin önünden geçerek istasyona geri yürüyoruz. Sırada baş tacımız dizinin kahramanı Sherlock Holmes’ün evi var. Diziyi takip edenler adresi bilir. İstasyon adı: Baker Street. Underground’ tan çıkınca karşınıza Sherlock un Heykeli çıkıyor. Tabi bunu gören Ali, 5’inci dedektif duruşu ile bana poz veriyor. Şip-Şak! Yola devam edip minik topluluğu görene kadar yürüyoruz. Sherlock Holmes ün müzesi önünde ufak bir kuyruk var. İçeriye belli sayıda insan alınıyor. Biri çıkana kadar da yenisi giremiyor. Biz en iyisi shop’a bir girelim diyoruz. Ünlü dedektife yönelik birçok hediyelik eşya mevcut. Sherlock şapkasından kibrite,dolma kalemden şemsiyeye kadar birçok şey var. Baker Street levhasında çok gözüm kaldı ama almadım. Dedim ya, cebinizden çıkacak paraya en çok dikkat etmeniz gereken şehirdesiniz!

Baker Street de 221B nin kapısından uzaklaşıp istasyona geri yürüyoruz. Şimdi büyük buluşmada sıra. 2008 yılında şans eseri yollarımızın birleştiği ve Brighton’da aynı odayı paylaştığım arkadaşım Alev ile bugün yani 30 yaşıma ayak bastığım ilk gün Hyde Park’ta buluşacağız. 9 yıldır onu görmemiştim. O uzun süredir Londra’da yaşıyor ve yeni evlendi. Hem onu sarıp sarmalayacağım, hem de eşiyle tanışacağım. Bu arada Hyde Park Londra’nın en büyük ve gözde parklarından biri. Yazın burada güneşi gören ingilizler çimlere yayılıp keyif yapıyor. Büyük kısmı da spor. En son gördüğüm zamana göre yılın bu mevsiminde çok boştu.

SHERLOCK HOLMES MUSEUM

Londra’da Doğum Günü

Gölün üzerine kurulmuş bir kafe de buluştuk sevgili Alevlerle. Nasıl özlemişim, o günler hakkında konuşmayı, komikliklerimizi :)) Hatta doğum günüm olduğu için çok şirin bir hediye bile aldım :)) Yanına iliştirdiği kartı, ömür boyu saklayacağım. 

Gölün üzerindeki kuğular hakkında çok komik bir hikaye öğrendik. Şimdi bu güzel kuğuların Kraliçeye ait olduğunu ve onlara zarar vermenin bir devlet suçu sayıldığını burada yaşayan herkes bilir. Yakın zamanda bir adamcağız açlıktan kuğulardan birini kesip yemiş. Tabi ki ceza verilmiş ama hapse atılmaktan kurtulmuş. Çünkü adamcağız gerçekten çok fakir ve çok açmış. Adamın kuğuları kesip yiyecek kadar aç olmasına mı üzülsem, yoksa bu zarif yaratıkların Kraliçenin malı sayılması ve onlara zarar vermenin suç sayılmasına mı gülsem bilemedim.

Londra’yı herkes için özel yapan şey göz alıcı dönme dolabı ve onu her saat başı selamlayan saat kulesi olabilir. Ancak bu şehri ”Benim Londra’m” yapan; kesinlikle Shoreditch bölgesi oldu. Sokak sokak klasik arabalarını aradığım mahalle halkını bile tanımadan sevdim, bağrıma bastırdım. Hafif tatlı telaşlı ama bir o kadar da dingin mahalledeki iyi kahveciler ve kahvaltı mekanları için bir sonraki yazımı okuyabilirsiniz. Aslına bakarsanız, yazıyı bile beklemeyin. Binin metroya ve Liverpool durağında inip yürüyün. O kırmızı klasiğe de benim yerime hayranlık bakışı atın :))

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Sokaklar duvar sanatçılarının imzasını taşıyor. Her köşe de harika grafitiler var. Sırf bu sebepten bile turist karşılıyor bu mahalle. Bu bölgeyi görünce Londra’nın sanat yönünü daha kuvvetli hissediyorsunuz.

Bir diğer tüm gün keşif ve ”Benim Londra’m” bölgesi ise;  Broadway Marketten başlayıp, Columbia Road Flower Market ve oradan da Spitalfields’e doğru yürümek. Bu, Londra gezisinde mutlak surette yapılması şart olan bir rota. Sağlı sollu güzel sokaklar, evler, lokal kahveciler, sevimli butik dükkanlar, her biri birbirinden muhteşem kapılar var. İçinizin eriyeceği fotoğraf karelerini bu rota üzerinde yakalayacaksınız. Hani şu peşlerinden koştuğum, sokak sokak aradığım klasik arabalar vardı ya, bir kısmını da bu bölgelerde buldum, heyecandan öldüm :)))  Broadway Market to Spitalfields Photo Diary için tıklayın.

DOĞU LONDRA SOKAKLARI

Posta ve Müzikal

Sevgili Londra’ya gelip o tatlı posta kutularından kart atmamak olmazdı. Can arkadaş, mektup kardeş Caniko’ya (Sinem), Ali’ye (aslında kendime:)) ve de Zeno’ya, Farringdon Rd Post Office den kart attım. Ali de bana son gün Notting Hill deki postaneden attı :))  Elimize ulaşmayanlar olsa da, denemeye değerdi :)) 

Bu şehirde yapılacak en doğru şeylerden birisi Her Majesty’s Theatre‘de müzikal izlemek. Canım babam ve annemin doğum günü hediyesi, Phontom of the Opera‘ya en önden 2 biletti. Ömrüm boyunca hiç eskimeyecek ve hep hatırlayacağım bir deneyim yaşadım, duygusu kalbimde kaldı. Ne yapın edin, bu müzikali ömrünüzde bir kez izleyin.

İNGİLİZ POSTASI 🙂

Güzel Londra postunu her şeyi tadında bırakmak ve yeni planlar yapmak için bitiriyorum. Bu yazının bitmesini bekleyen sevgili Didem’e selamlarımı iletiyor, Londra lokal mutfağı ve kahve-kahvaltı konseptli yazıyı okumanızı öneriyorum. (Londra yeme-içme rehberi)

Çok yakında yine görüşmek üzere Londra…

Seni seviyoruz…

HI DIANA!

Fotoğraflar: Tuğçe TÜZÜN  –  Yiğit Ali TÜZÜN

BROADWAY MARKET to SPITALFIELDS PHOTO DIARY

Broadway Market’te airbnb den ev tutup aylarca kalasım var. Kanalın kenarında her sabah koşuya çıkıp hatta köpeğimi gezdirmek istiyorum. Soluklanmak ve günün ilk kahvesini içmek içinse köşedeki Market Cafe’yi seçiyorum. Cam kenarındaki yüksek sandalyedeki yeri her sabah 8’de rezerv etmek istiyorum. 

Doğu Londra’nın güzellikleri Shoreditch bölgesinden başlıyor aslında. Her sokak ayrı hikaye. Her gün başka mahallelerde aylak aylak dolaşan, her renkli kapıda selfie çeken, buram buram kahve kokusunu takip edip gördüğü her kahvecide one more coffee yapan olup, günlük kafein aşımından çatlayarak sonunda kırmızı bir posta kutusu yanında düşen kız kedi köpeğe bile yem olamadı desinler. Lakin ortalıkta başı boş bir tane bile kedi köpek yok çünkü :))

Dikkat. Bu bir foto albümdür.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA
OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Fotoğraflar :  Yigit Ali TUZUN

                         Tugce TUZUN

KABAK DOLMASI, EV YAPIMI ICE TEA İLE

Kabak Dolması yapmayı bilmeyen azdır diye düşünüyorum ama günümüzde özellikle kadının çalıştığı bir toplumda hala evde geleneksel yemekler pişirenlerin sayısının da azaldığını biliyorum. Ne yazıkki artık herşey hazır önümüze konulan, kısa sürede pişirilen pratik yiyeceklerden oluşmakta. Tavada hemen kızartılan tavuk veya bir parça et yanına yine dondurulmuş hazır patates kızartmasıyla sunulmakta. Eğer şanslıysak tabağın yanına sırf renk katması için bir tutam yeşillik konulmuş olabilir. Evde salata yapmak bile bazılarına zor gelebilir. Çünkü yeşilliklerin sirkeli suda yıkanması ve kurutulması uğraş gerektiriyor.

Daha pratik ve amerikanvari yiyeceklerin tüketilmesi varken insan neden dolma yapsınki? Yada şehirde iyi kurufasulyeciler varken evde neden fasulye ıslatılıp bekletilsin, pişirilsin, yensin? Pratik ve hızlı pişen yemeklere karşı değilim ama hızla yenilenen ve hazırcılaşan bir dünyada geleneksel yemeklerin arada bir pişirilmeye hakkı olduğunu düşünüyorum. Yurtdışında ve ülkemizde köylerde geleneksel tariflerin değişmemesi için uğraşan ve buna hassasiyet gösteren insanların olduğunu görmek umut verse de , çoğunluk hızla gelişime ayak uydurmakta ve DEĞİŞMEKTEDİR. Daha kolay, daha basit, bezense daha sağlıksız ama göz alıcı olan yeğlenmekte olup ”hayatın her bölümü” daha lezzetsiz, huzursuz veya hastalıklı bir duruma dönüştürülmektedir.

Benim için mutfakta vakit geçirmek çoğu zaman kanepede televizyon izlemekten yada amaçsızca sosyal medyada zaman harcamaktan çok daha huzurlu ve heyecanlı oluyor. Ve siz ne düşünürsünüz bilmem ama çok daha VERİMLİ. Ortaya çıkan mahsülün iyi bir şekilde sergilenmesi işin en heyecanlı kısmı diyebilirim 🙂 Zihnimizi meşgul eden yaşam dertlerine bir süreliğine ara vermek, telefonu elinden bırakmak, gazete ve dergiyi sehpanın üstüne koymak, haber sunan spikerden af dileyip sevdiğimiz bir müziği açıp masaya oturmak artık bir aile geleneğimiz oldu ve bundan çok memnunum. Gelenekler önemlidir. Unutmayın; çocuklarımıza bırakabileceğimiz sayılı değerli şeyden biridir ve marketten hazır ve basit olarak satın alınamaz.

Şimdi gelelim tarife… Kabak dolması’ nda aslında herkesin stili farklıdır. Ben kendi stilimi kısaca anlatayım.

Malzemeler

  • 5-6 adet top kabak
  • 1 büyük soğan
  • 1-2 diş sarımsak
  • (İsteğe bağlı) kıyma
  • Her kabak için ortalama 1/2 yemek kaşığı pirinç.
  • Her kabak için ortalama 1 yemek kaşığı bulgur
  • 1 yemek kaşığı biber salçası
  • 1 olgun sulu domates
  • 1 dolu yemek kaşığı kuru nane
  • 1 çay kaşığı karabiber
  • 1/2 çay kaşığı kimyon
  • tuz
  • iyi zeytinyağı

Hazırlanışı;

Soğanı ve domatesi bir kapta rendeliyoruz. Tüm malzemeleri koyup iyice karıştırıyoruz. İçlerini oyduğumuz (kendinize güzel bir kabak oyacağı alın) kabakların içlerini bu harçla dolduruyoruz. Kabakların baş kısımlarını çöpe atmayın. Onları kapak olarak kullanacağız bu kısımda. Eğer kabakları doldururken ağzına kadar sıkıca doldurursanız içleri tam pişmez ve kuru olur. Bu yüzden doldururken iç harcı bastırmayın ve üstten bir parmak kadar boşluk bırakarak pirinç ve bulgurun şişmesine izin verin. Kabakların baş kısımlarından yaptığımız kapakları üstüne kapatın. Yayvan ama kabakların boyutuna uyacak bir tencereye dizin. Üstüne son bir kez daha iyi zeytinyağı gezdirip ocağın altını yakın. Kabakların yarısının az daha üstüne çıkacak kadar sıcak su gezdirin. Gezdirdiğiniz suya da biraz tuz koyup kapağını kapatın. Ocak çok harlı olmasın. Arada bir kontrol ederek ortalama 30-40 dakika pişirin. Arada bir kabaklara çatal batırarak pişip pişmediğini kontrol edebilirsiniz. Kabak Dolması ‘nı ev yapımı içecekle servis edebilirsiniz.

Afiyetle…

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün

FUSHIMI INARI, KYOTO

Turuncu Toriler

Yemyeşil bir ormanın içinden bir dağın tepesine turuncu kapıları geçerek tırmandığınızı düşünün. Burası bence Japonya’nın en güzel şinto tapınağı. Bu turuncu kapılar, yani toriler eskiden pirinç ve sake tanrısına adanıyormuş. Sonralarda ise başarılı iş adamları ve şirketler adak adayarak isimlerini bu kapılara yazdırıp koyduruyorlarmış. Fushimi Inari de dilek dileyenlerin dilekleri olunca isimlerinin yazılı olduğu bir kapı adıyorlarmış. Böyle böyle Kyoto’daki Inari dağının tepesine kadar binlerce kapı oluşmuş.

Kyoto’nun en eski ve en popüler tapınaklarından biri burası. 24 saat açık ve giriş ücreti yok. Çok erken bir saatte gelmek mantıklı, yoksa okul kıyafetleriyle öğrenciler tapınak ziyaretine geliyorlar. Biz sabah saat 8 gibi gelmemize rağmen öğrenciler vardı.

Bu uzun yürüyüşü katlanılabilir hale getiren ara duraklar var. Buralarda çay içebilir veya mum yakarak dilek dileyebilirsiniz.

Şehrin kültürel benliğinde yer etmiş bazı bölgeler özellikle ziyaret edilmeyi hakediyor. Zamanın olmadığı içsel bir yolculuk için yüzlerce turuncu kapının olduğu Fushimi bölgesine gelmeniz size çok kıymetli anılar kazandıracak.

(5 Nolu otobüs ile Fushimi Inari Taisha durağı.)

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

KYOTO GEZİ REHBERİ

İpek, renkli kimonolarına sarınmış estetik davranışlı japonlar, ayaklarına geçirdikleri yüksek tahta takunyalarla Kyoto ‘nun dar ve kablolu sokaklarında hızlı hızlı yürürler. Güneşli  bir günün kaçınılmaz aksesuarı olan şemsiyesi ile, köşe başında kaybolan kuş desenli kimonolu geyşanın, ensesinde sıkı sıkıya toplanmış koyu renk saçları, bu mesleğin ne kadar disiplinli olduğunu hatırlatıyor. 

Geyşalık 11.yüzyılda savaşçıları ve önemli devlet adamlarını eğlendiren kadınlar olarak tanımlansada, ayrıntıları bundan daha derinde. Sosyal yetenekleri iyi olan küçük kızlar japon adetlerine göre nasıl yürüyeceği, nasıl yemek yiyeceği ve nasıl dans edeceklerini içeren katı bir disiplin ile yetiştiriliyorlar. Enstürman çalmak, şarkı söylemek, çay servisi etmek ve dans etmek gibi hünerlerini en iyi şekilde sergilemeleri eğitimin bir parçası. Bir geyşanın en büyük amacı konuklarını eğlendirmek olup, konukların çalışma alanları, hobi ve ilgi alanlarıyla bilgi sahibi olmalılardır. Yüzlerine yaptıkları solgun makyaj duygularını gizleme amacı taşır. Sanıldığının aksine geyşalık çok emek isteyen ve saygın bir meslektir. 

Kyoto yazısına geyşalıktan başlama sebebim; bu şehrin Japon kültürünü iliklerinize kadar yaşatması. Japonya’ya gelmeyi düşünen herkesin yolunun mutlak surette bu şehirden geçmesi gerektiği.

Japonyadan geleli neredeyse 1 ay olmasına rağmen yazmaktan korktuğum bu şehrin bana hissettirdiklerini nasıl anlatacağımı bilemedim. Bilgisayarımı açıp çektiğim fotoğraflara baktığımda objektifimin gördüklerimi aynı güzellikte yansıtmadığını farkettiğimde büyük bir hüsrana düştüm. Ne şekilde anlatsam da insanlar buraya gitmek için can atsa, çok sevse? Eminim, nasıl yazarsam yazayım, ne fotoğraflar ne de anlattıklarım bu şehrin güzelliğine yetmeyecek. Kyoto her zaman her şeyden daha güzel olacaktı.

Osakadan kalkan JR trenimiz ile 45 dakikada Kyoto Station’a ulaştık. Bu küçük şehre ancak böylesi güzel bir istasyon yaraşır. Otobüs numaralarının yazılı olduğu tabela çıkar çıkmaz bizi karşılıyor ve görevli minik japon amca tüm yardımseverliğiyle gülümsüyor. Kalacağınız otelin ismini söylerseniz o da size hangi otobüse binmeniz gerektiğini söylüyor. Hani o tüm japonyada kullandığımız JR tren biletleri var ya, onu cüzdanımıza kaldırıyoruz. Çünkü bu şehirde ulaşım tamamen otobüsle. Otobüs bileti makinesinden günlük 500 yene bilet alırsanız tüm gün başka bilet almaya gerek kalmadan otobüsleri kullanabilirsiniz. Otobüslere arka kapısından biniliyor. İneceğimiz durağa geldiğimizde beyaz eldivenli otobüs şoförüne biletimizi gösterip iniyoruz. Her ana durakta en az 3 tane 60 yaşın üstünde amca duruyor, görevli. Küçük bedenlerinden yansıyan büyük hareketlerle bineceğimiz otobüsü, ineceğimiz durağı, sağdan soldan yürüyeceğimiz yolları anlatarak bize yardım ediyorlar. Japonların yardımseverliği şimdiye kadar gördüğüm ırklar içinde en aşırısıydı 🙂 Bunu Osaka yazısında daha iyi anlatmıştım.

Birçok yerde tourist information office var. Herhangi birinden bir harita alın. Gezilecek yerler konusunda da yardımcı oluyorlar. Gerçi Kyoto’da her tapınak, her sokak,her dükkan bir gezilecek yer. Hatta bizim yaptığımız gibi günün bir saatinde Starbucks’da yeşil çaylı latte içerken caddeden yürüyen japonları izleyin. Bir film setinde olduğumuzu hissettirmeye yetiyor.

Japon kültürünü tüylerinizin ucuna kadar hissettiren, üst üste dünyanın en güzel şehri seçilmiş Kyoto’dasınız. Eğer bütçeniz varsa burada geleneksel japon otelleri olan Ryokan’larda kalmak çok keyifli olacaktır. Biz de böyle bir tercih yapmıştık, bunu Kyoto’da Yemek ve Konaklama yazımda okuyabilirsiniz. Peki Japonya’nın bu güzelim şehri Kyoto’da nereler gezilmeli? Daha önce de söylediğim gibi burada her yer görülecek yer ama birbirine yakın önemli noktaları aynı gün içinde daha verimli gezmeniz adına yaptığımız Kyoto Rotası’nı burada paylaşıyorum.

1.GÜN

  • Kinkaku-ji Temple (Golden Pavilion)
  • Ryoan-ji
  • Ninna-ji
  • Tenryu-ji
  • Bambu Ormanı
  • Okochi Sanso Garden
  • Pontocho Bölgesi

2.GÜN

  • Nijo Castle
  • Ginkaku-ji
  • Filozof Yolu
  • Nanzen-ji
  • Yasaka Shrine

3.GÜN

  • Fushimi Inari Taisha
  • Kodai-ji Temple
  • Kiyomizu-dera
  • Gion Bölgesi

Birinci Gün 

Erkenden en görkemli tapınak olan Kinkaku-ji ye doğru yol aldık. Üst iki katı altın kaplama olan bu parlak tapınağın içine giremiyorsunuz. Zaten çok da lazım değil. Lakin burada görülecek şey köşkün hemen önündeki gölete yansıyan görüntüsü ve o estetik havalı japon bahçesi. Bu tapınak bence fazla görkemli olduğundan istediğimiz dinginliği burada hissedemedik. Ama bir sonraki tapınak var ki.. Ali’yi oradan çıkaramadım. Biraz daha biraz daha duralım derken zamanın çoğunu burada harcadık. İsmi; Ryoan-ji. Birçok kişi aksine görkemli Kinkaku-ji’yi parlatırken biz sönük Ryoan-ji’den ne anladık? Huzur.. sevgili dostlar. 

İsminin anlamı bile Huzurlu Ejderha Tapınağı. 1500 yılında yapılmış bu tapınakta inanılmaz bir sükunet ve huzur vardı. Ağaçlar, çiçekler, göletler, minik köprüler, her yerde bir Zen ruhu hakimdi. Tapınağın içinde ayakkabılarınızı çıkarıyorsunuz. Burada 15 yosun tutmuş iri kaya parçasından oluşan bir kaya bahçesi var. Bu bahçenin hangi tarafından (tepeden hariç) bakarsanız bakın on dört kaya sayabiliyorsunuz. Sadece aydınlanmaya ulaşabilenlerin on beşinciyi görebildiğine inanılmaktaymış. İşte bunu bilen sevgili eşim, on beşinciyi görebilmek uğruna terası bir uçtan bir uca dolaştı :)) Böyle olunca da elbetteki en çok zamanı bu kaya bahçesinin karşısındaki terasta oturarak ve kaya sayarak geçirdik :)) Fakat öyle bir şey ki sırf bununla bile nefis bir huzur duyduk. İşin sırrı kayalarda bence :)) O yüzden Kinkaku-ji’nin şehvetine kapılmayın. Ryoan-ji’nin felsefesini çözmeye, buraya gelin.

İkinci Gün, 

50 numaralı otobüse binerek kaleye yol aldık. Kalenin geniş bir alanı var, içindeki hediyelik eşya satan dükkan, diğer tapınaklara göre en ucuzuydu. Bence hediye işini bu dükkana bırakın 🙂 Eğer vaktiniz varsa önceden internetten rezervasyon yapmanız şartıyla Kyoto Imperial  Palace’ı gezebilirsiniz. Ben rezervasyon yapamadığım için gitmemiştik. 

Kalenin ardından Gümüş Villaya ulaştık. Burası bir huzur deposu. Dağın eteklerine kurulmuş 1400lü yıllarda yapılan bu tahta yapı, japon bahçeleriyle süslenmiş, yeşillerle bezenmiş, su şırıltılarıyla zenginleştirilmiş. Zaten Japonya da her yerde bir su şırıltısı mevcut. Ben bu tapınaktaki taşlara su akan çeşmenin bulunduğu yerde yine çok oyalandım. Suyun sesini videolamalar falan, tam bir Zen keşişi kıvamındaydım. Az daha dursaydım galiba Ryoan-ji’deki on beşinci kayayı görebilecektim :))

Ah bir de filozof yolu yapmışlar ki buradaki ev fiyatlarını araştırmama sebep olan :)) Özellikle kiraz mevsimi için gidilmesi şart olan kuzeydeki bu bölge, hayatı sorgulamak için size yardımcı olacak. Boş zihin ve sessizlik size paralel bir dünya yaşatabilir. Japon düşünür Nishida Kitaro, her gün Kyoto Üniversitesi’ne ders vermek üzere giderken meditasyon yaparak bu yolda yürürmüş. Sağlı sollu taş patikaların arasındaki kanaldan japon balıkları ile dolu kanal. Bu huzur dolu yolda hayatın anlamını sorgulamak eminim Kitaro için zor olmamıştır.

Devamında Nanzen-ji tapınağı görülmeye değer. Ama zaten yol üstünde bir sürü tapınak olacak. İstediğinize girip gezin, tapınaklara doyun inşallah :)) Listede en son Yasaka Shrine var. Burası Kyoto’nun merkezinde, hatta her gün yoldan geçen japonları izlemek için oturduğumuz Starbucks’ın çok yakınında olan bir Şinto tapınağı. Unutmayın; turuncu kapılar gördüğünüz tapınaklar şinto, diğer ahşap yapılı olanlar ise budist tapınakları.

Gelelim Üçüncü Güne. 

Sabah yüzümüzü yıkadığımız gibi kendimizi Fushimi Inari yollarına atıyoruz. Görmeyi en çok istediğim tapınak diyebilirim burası için. Çok sevdiğimden ayrı bir yazıda anlattım :))  Yazı için; tıklayınız.
Öğleye kadar burada vakit geçirdikten sonra Kodai-ji ve Kiyomizu-dera ya geçtik.

Kiyomizu-dera; 

Birçoğu gibi UNESCO dünya mirası listesindeki bir budist tapınağı. 2007 yılında dünyanın 7 harikasından birine aday gösterilmiş. Uzaktan bakıldığında öldüresiye yeşil bir doğanın içine kondurulmuş devasal bir ahşap yapı olarak görünüyor. Dağdan inen saf suyun 3 ayrı yoldan tapınak bahçesindeki gölete akması sebebiyle saf su tapınağı olarak adlandırılmış. İnanışa göre bu şelaleler bilgi, sağlık ve uzun ömrü simgeliyormuş. Buranın bir de hikayesi var. 13 metre yükseklikten atlayan bir kişinin tüm dileklerinin gerçekleşeceğine inanmaktalar. Bu yüzden geçmiş yıllarda birçok atlayış kaydedilmiş ancak günümüzde bu gelenek yasaklanmış.

Bu kadar tapınak yeter dedikten sonra artık yürüye yürüye Gion’a ulaşıyoruz. Gion bölgesi, Kyoto’nun kalbi, Japonya’nın nefesi gibi adeta. Her yer yaşantıyla çevrili. Fütüristik karakterli japon mimarisi yapılardaki kapalı kapılar merak duygusunu tetikledikçe tetikliyor. Her köşe başını döndüğünüzde o daracık sokaklarda bir geyşa belirecek duygusu. İnanın bana, buradaki kapılarda bekleyesim var. Her an bir kapı açılacak ve içeriden beyaz makyajı ve simgesel saç toplamasıyla bir geyşa çıkacak beklentisi. Günümüzde çok çok az kalan bu kadınları görmek, büyük bir şans olsa gerek.
Kyoto’nun genelinde olduğu gibi bu bölgede de geleneksel giyimli bayanlar ve beyler sokaklarda yürüyor. Tapınaklara giderken, özel günlerde veya hafta sonları bu şekilde giyinmeye dikkat ediyorlar. Gerçek bir geyşa göremeseniz bile kimono giymiş japonlarla yürümek harika. Gion’un orijinal dükkanlarını gezmek, yeşil çay içip biraz sohbet etmek çok çok keyifli olacak. Kim bilir, eğer bu şehri kalbinizle hissedip çok severseniz, gerçek bir geyşa bile görebilirsiniz ;))

Tekrar gelmek umuduyla… Hoşçakal GÜZEL ve NAZİK şehir.

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

OSAKA VE JAPONYA’DA ULAŞIM

Pedal çeviren çekik gözlü narin insanlar, çılgın büyüklükteki caddedeki kırmızı ışıkta yavaşlayıp duruyor. Araçların beklemeye geçmesiyle yolun iki ayrı tarafındaki birbirinden özgün giyimli minyatür japonlar pıtır pıtır karşıya yürümeye başlıyor. Hızlı adımların bitmesi ve yeşil ışığın görünmesiyle sürücüler sırasıyla gaz pedalına dokunuyor. Ve trafik tekrar akıyor. 

Bu düzen, günün her saatinde büyük bir kurallılıkla devam ediyor. Öyle ki, yol boş olsa bile yayalar kırmızı ışıkta bekliyor. Caddelere bağlanan küçücük sokak başlarında bile yaya geçitleri ve trafik ışıkları var. Bunu neden böyle ilginç bir şeymiş gibi anlatıyorum? Çünkü bu karşıdan karşıya geçme dakikaları gerçekten bir film sahnesi gibi Japonya’da.

İstanbul – Osaka uçağı her gün bir kez gece seferini yapmakta. Varış Osaka saati ile 18:30. Her zamanki gibi gezi günlüğümüzün plan kısmında göreceğimiz tapınaklar, yiyeceğimiz yemekler, eğleneceğimiz yerler yazılı 🙂 Plan dahilinde 6 gün içinde 4 şehir gezeceğiz .

1.ve 2. gün – Osaka.

3.gün – Nara ve Kobe

4.5.6. gün dünyanın en en güzel şehri (gerçek anlamda en güzel şehri seçilmiş) olan Kyoto.

Bu yazıda sadece Osaka’yı anlatacağım. Osaka; Japonya’nın Tokyo dan sonraki ikinci büyük şehri. Burada deniz doldurularak bir havalimanı yapılmış. Kansai Havalimanı. Uçağı bu piste indirmek bence iyi bir tecrübe istiyor olmalı. Piste tepeden bakınca, içinizden bu pilot bu alana nasıl inecek diye geçiriyorsunuz. Ama sanırım şimdiye kadarki en iyi inişlerden birini gerçekleştiriyoruz. Lakin tekerlek açılma sesi bile yere çarpma sesinden daha çok gelmişti 🙂

Japonya’da Ulaşım

Ultra gelişmiş tren hatları, metrolar sadece şehrin değil tüm ülkenin her yerine rahatlıkla ulaşmanızı sağlıyor. Örneğin Tokyodasınız ve aniden Osakaya gitmek istiyorsunuz ama uçakta yer yok. Yada o gün uçmak istemiyorsunuz, uçak korkunuz var. Yada canınız tren seyahati yapmak ve o güzel vagonlarda ağzınızın tadı ile lezzetli sushiler yemek istedi. İşte hava yolu şirketlerine büyüüük bir rakip! Çünkü neredeyse aynı sürede istediğiniz yere hem havadan hem karadan ulaşabiliyorsunuz. Dünyanın en hızlı treni işte tam burada, Japonyada. Shinkansenler!

İşte bizim Kansai Uluslararası havalimanından Osaka şehir merkezine gitmemiz, bu kültürün ne kadar yardımsever olduğunu anlamamızın hikayesi böyle başladı…

Önce havaalanında bir wifi kutucuğu kiraladık. Burada internete bağlı bir harita işinize çok yarayacak. Çünkü gerçekten çok ama çok az kişi ingilizce biliyor ve bunca insan arasında o kişiyi bulabilmeniz olasılığı bence çok düşük. 6 gün için internete ödediğimiz para 11000 YEN. (275 lira). Evet gelmeden önce dünyanın en pahalı şehrine geleceğimizi iyi biliyorduk 🙂

Sonrasında JR PASS ofisinde 3 gün tüm JR trenlerinde geçerli olan Osaka Area Pass bileti aldık. Tek kişi için 5300 yen.(133 lira) Ulaşım için oldukça pahalı. Zaten Japonya’da en pahalı şey ulaşım ve konaklama. Gerisini bir şekilde halledebiliyorsunuz. Bu bileti satın alırken geçerli olacağı tarih aralığını siz seçiyorsunuz. Biz zaten akşam geç bir vakitte şehre ulaştığımız için biletimizi bir ertesi gün başlattık. O akşam şehre trenle ulaşmak için ayrı bir bilet daha satın aldık. Böylece 3 günlük pass’ı daha verimli kullanabiliyorsunuz.

Biletlerimiz tamam, şimdi onca perondan doğu olanı seçip şehir merkezine sonrasında da otele ulaşacağız. Bindiğimiz trende bir çiftin karşısına oturduk ve ”Osaka Station?” diye teyit alma ihtiyacı hissettik. Bilemezdik ki bu sevgili güzel japon kardeşlerimiz bir yardım meleğine bu kadar kolay dönüşecek. Bize artık daha fazla yardım etmemeleri için japonca kelimeler arayacağımızı bilemedik a dostlar. Olay bizim onlardan bu teyidi almamız ve kendi aramızda istasyonları haritadan kurcalayıp birkaç istasyon ismi telafuz etmemiz ile başladı. Karşımızda oturan bu dünya tatlısı çift ineceğimiz istasyonu tekrar ederek telefonlarında birşeyler aramaya başladılar. Arada da bize bakıp japonca konuşuyorlardı. Bir süre araştırdıktan ve aralarında tartıştıktan sonra gülümseyerek kalem istediğini belirtti. Çantamdan çıkardığım kalem ve defteri görünce ikiside çok şirin bir şekilde gülümseyerek mutlu oldular. (sanki biz onlara yardım etmişiz gibi) Sonra çocuk, defterime japonca brişey yazıp altına ingilizcesini biraz zorlanarak da olsa yazdı.

Birkaç satırdan sonra anladığımız şey bizi çokça şaşırttı.

Çocuk otelimize gitmemiz için bineceğimiz ve change yapacağımız istasyonları saatleriyle birlikte yazmış. Yan sayfaya da eğer kaybolursak diye japonca yönlendirme yazısı yazmıştı birilerine gösterip okutup soralım diye. Bunu da bize daha çok japonca, 1-2 ingilizce kelime ve çokça beden diliyle anlatmışlardı :)))) O kadar zaman harcamışlardı ki otelimize ulaşabilelim diye, sonradan hatırladığımız bir bilgiyi onlara söyleyemedik bile. Direk Osaka istasyonunda inseydik, otelin shuttle servisi bizi otele kadar götürecekti halbuki. 

Sonra bir durakta bize yine beden diliyle inmemizi söylediler. Baktık ki çizelgedeki istasyondayız ve onlarda bizle beraber iniyorlar. Ellerinde de belliki başka bir şehirden gezmek için geldikleri belli olan kırmızı bavulları var. Bizle indiler ve bizi başka bir perona götürdüler. Tekrar çizelgeyi kontrol ettiler, trenleri aralarında teyit ettiler ve gülümseyerek treni gösterdiler. O sırada biz sakladığımız bilgiyi paylaşmak durumunda kaldık. Osaka istasyonuna gidersek otelin shuttle’ı olduğunu çokça beden dili kullanarak anlattık. İkisi aynı anda büyük büyük gülümserken derin bir ohh çektiler ve başlarını sallayarak onları takip etmemizi istediler tekrar. Biz elimizde bavulumuz, onlar ellerinde bavulları istasyonun merdivenlerini tekrar tırmanırken bize son kez yardım etmiş olmalarını dileyerek peşlerinden gittik. Doğru trenin kapısına geldiğimizde defalarca teşekkür ettik ve ellerini sıktık. Trene bindiğimizde kapılar kapandı. Tren hareket ederken hala büyük büyük gülümseyerek arkamızdan bakıyorlardı. Bize gerçekten tüm sempatiklikleriyle el sallıyorlardı.

Osaka’da Neler Yapılır?

Osaka’da neler yapılır diyecek olursak, biz fazla bir şey bulamadık ama 3 önemli nokta var. Biri Osaka Kalesi, diğeri Akvaryum bir diğeri de Universal Stüdyoları. Kısıtlı zamanımız olduğu için, biz sonuncuya gitmedik. Geç bir saatte geldiğimiz için ilk gün otomatikman geçti bile. 

Ertesi sabah erkenden otelimize en yakın JR durağından atlıyoruz trene ve Osaka Castle için yola çıkıyoruz. Bu arada Ali, Osaka’nın ilk gezi günü için özel bir kıyafet giyiyor üzerine. Ondan mutlusu yok :))  Uzun bir yürüme sonunda kaleyi görüyoruz. Kale; 1585 – 1598 yılları arasında yapılmış. Dışarıdan 5 katlı gibi görünüyor ama aslında 8 katlı. Şimdiki haline gelene kadar çokça kez yenilenmiş ve yanı başına çok teknolojik bir asansör kondurulmuş. Bence orijinalliğiyle fazlaca oynanmış. İçine girmekten vazgeçip dışarıdan fotoğraflıyoruz. Giriş: 600 yen.

Hemen kaleden ayrılıp Akvaryum’a doğru yola çıkıyoruz. Dediğim gibi JR biletleri sayesinde cebinizden ekstra bir harcama çıkmıyor. (Daha ne çıksın! dediğinizi duyar gibiyim) Eğer metroda kullanmak istiyorsanız onun içinde 1 günlük passlar var. 500 yen verip tüm gün metrolara binebiliyorsunuz.

Osaka Aquarium Kaiyukan

Dünyanın en büyük akvaryumlarından birindeyiz şimdi. Tepeden başlayıp aşağı doğru inilerek gezilen bir sisteme göre yapılmış. İçinde 580 türden oluşan bir canlı çeşitliliği var. Balina’da dahil :)) Burası çocuklar kadar büyüklerinde ilgisini çeken, hatta büyüklerin daha fazla şaşırdığı bir su altı belgeseli. Bu mavi dünyanın içinde uzunca bir zaman geçireceğinizi bilerek planlama yapın.

Japonya bir ada ülkesi. Denizden çıkan her şeye büyük saygı duyuyorlar ve aynı zamanda da yiyorlar 😀 Tüm bahçe süslemelerinde japon balıklarını kullanıyorlar. Bunu Özellikle Kyoto yazımda daha iyi göreceksiniz.

Akvaryumun hemen bitişiğinde Tempozan Dönme Dolabı tüm heybetiyle gülümsüyor. Ancak Ali’yi o dönme dolaba bindirebilmek elbetteki imkansız olduğundan tepesinden gözlenen Osaka manzarasını sizinle paylaşamıyorum.

Akşam; Osaka’nın kalbi Dotonbori bölgesine gidiyoruz. Burası cıvıl cıvıl, renkli ve çokça haraketli bir bölge. En ucuzundan en pahalısına bir sürü alışveriş mağazası var. Akşam yemeğimizi sokaktaki şişe geçirilmiş ahtapot, ıstakoz gibi deniz ürünlerini tadarak geçiştiriyoruz ve iyiki de böyle yapmışız diyoruz.. Bu ızgara deniz ürünlerini tatmak için bile bu bölgeye gelinebilir.

Son olarak Japonya’dan aradığımız şeyi Japonların değimiyle Ooooosaka’da bulamıyoruz. Ama ertesi gün, bakın neler oluyor?? :))

Fotoğraflar:  Yiğit Ali Tüzün  –  Tuğçe Tüzün