Geçtiğimiz hafta, daha da geçtiğimiz haftadan kalma 30 yaş doğum günüm için tam benlik bir pasta yaptık canım Zeno’yla. Zeno, pasta ve çikolata üzerine harikalar yaratan çok yetenekli bir o kadar da kokoş olan bir arkadaşım. Aynı zamanda evlendiğim gün en çok nazımı çeken birkaç kişiden biri. Nedimem :))
30 Yaş Dilekleri
Doğum günlerine niyeyse çok önem verdim hep, belki çocukluğumdan kalma bu kutlamalı mutlu olmalı aktiviteden kopmak istemedim hiç. Hele ki yeni haneye başlanılan sıfırlı yaşlar çok daha ciddiyetliydi benim için. 30’da bunların en ciddisiydi bence :)) Bu sebepten su gibi akan hayatta mal, mülk, eşya sahibi olmaktan vazgeçerek deneyimlere ve hayallere yatırım yapma fikrim tamamen yerleşti otuz yaşını almış benliğime. Dünya paralar döküp aldığım kıyafetler, gereksiz teknolojik aletler ve inciler boncukların gözlerimin önünde yoga derslerine, raw food workshopuna, glutensiz makarna dersine, Cuba’daki paladarın bir haftalık ödemesine ve Japonya’daki taşınabilir internete dönüşmesi hiç de zaman almadı. Artık gereksiz satın aldığım herşey, bana hayatta mutluluk ve zevk veren bir deneyimden mahrum kalmama sebep oluyordu. Yani; ben artık bunu böyle görmeye başlamıştım. Kimine eğri, kimine doğru. 65 yaşıma geldiğimde bunu aynı şekilde düşünür müyüm, elbette kestiremem. Fakat durum aynen bu şekilde.
Otuz yaştan istediklerim; mutlu, huzurlu aile – iş hayatı… Sağlık, sağlık, sağlık… Deneyim, deneyim, deneyim :))
Zeno’yla kolları sıvayıp önce güzel bir truff yaptık. Tarif çok basit. Bir paket hazır çikolatalı keki ufalıyorsunuz. Bir paket hazır kutu kremanın içinde erittiğiniz 100 gr çikolatayla beraber parçalanan keki karıştırıyorsunuz. Buzdolabında 1-2 saat beklettikten sonra avucunuzun içiyle yuvarlak yapıp hindistan cevizine buluyorsunuz. Bu bitmiş haliyle de biraz dolapta beklemesi gerek. Sonra her kahvenin yanında bir tanecik yemek serbest. Çünkü otuz yaşımdayım :))
Pasta’ya gelecek olursak keki de harika pişti, arasındaki pasta kreması da nefis bir muhallebiydi. Arasına muz ve böğürtlen koyduk. Üstünü de birkaç minik toz gıda boyası karıştırılmış krem şanti ile kapladık. Bir de şeker hamurundan yeni ay yaptık, oh bana ne iyi oldu. Yakınlarım bilir. O dolunay yok mu dolunay beni mahfeden. Her dolunayda dönüştüğüm kurt kadın rolü için bu yıl Oscar’ı Emma Stone ‘dan alıp bana vermeliler diye düşünüyorum. Çünkü ben daha gerçekçiyim. Ali’ye sorun :)) Neyseki bu fobim için 30 yaş pastama ay koymayı ve hedef aldığım değiştirilebilir ay vaziyetlerine olumlu bir nokta koymayı seçtim. Zeno’da sağolsun harikalar yarattı. İnşallah bu tezim etkili olur da 12 Marttaki tutulmada ben benden gitmem :))
Sevgili Londra, seninle 2008 yılında tanıştığımızda ilk yurt dışı deneyimim olduğundan ne yapacağımı şaşırmış, gerçek bir turist gibi tüm popüler yerlerine saldırmıştım. O Big Benler, London Eye lar, London Bridge ler fotoğraf çekmekten eskimişti :)) O zamanlar aynı evin küçük bir odasını paylaştığım arkadaşım Alev ile beraber harika bir 3 hafta geçirmiştik. Şimdilerde; Ali ile beraber yeniden seni görmek istediğimizi hatırlayıp dolu dolu planlama yaptık birlikte. Bu sefer daha az turist olacaktık ikimizde. Gün gelip sana geldiğimizde gerçek yüzünü haşince gösterdin bize. Soğuktun Londra, çok soğuktun işte. Meğer tüm yıl zaten karamsar ve melankolik olan tavrın Şubatın bu birkaç gününde itici bir donduruculuğa dönüşüyormuş. O da bize denk geldi, iyi mi?
Londra Gezi Rehberimize müzelerle başlayalım… Gittiğimiz gibi eşyaları otele bırakıp British Museum‘a koştuk. Daha önce gezmediğim bölümleri de gezdim bu kez. Gerçekten aşırı yoruluyorsunuz çünkü çok büyük. Ingilizlerin farklı ülkelerden elde ettikleri eserler sergileniyor, mesela Türkiye’den Kütahya porselenler mevcut. Mısırdan alınmış mumyalara ağzınız açık bakabilirsiniz. Buradan çıkar çıkmaz bir başka önemli olan bir müzeyi ziyaret ediyoruz. National Gallery. Burada da harika sanat eserleri mevcut. Birbirinden farklı tarzda resimler, muazzam çerçevelerle duvarları süslemiş. Yine çok büyük olduğundan iki müze ziyaretini farklı tarihlere yaymak mantıklı olan. Ama bizim ziyaret listesi biraz kalabalıktı, bu sebeple ilk gün biraz yorucu oldu.
Sıra dünyanın en çok ziyaret alan 7 müzesinden biri olan Tate Modern’ de. Modern sanat pahalıdır iddiasına kafa tutan, içerideki birçok eserin ücretsiz görülebileceği, yeri güzel, manzarası güzel, shop’u çok güzel müze. Binasını kırmızı telefon kulübelerini tasarlayan Sir Giles Gilbert Scott isimli mimar yapmış. Çok beğeneceğinizi düşünüyorum. Üst katındaki kafe de oturup Thames Nehrini izlerken bir fincan kahve için. Yorgunluğunuzu direk silip süpürecektir.
Notting Hill’ de Bir Cumartesi
Şimdi günlerden Cumartesi. Yani bugün pazar var. Nerede? Notting Hill’de. Portobello Pazarı ikinci el, vintage ve yeni birçok malzemenin satıldığı bir açık pazar. Undergrand ile Notting Hill istasyonunda inip dümdüz ilerliyorsunuz. Elinde pazar arabaları ile yürüyen insanları göreceksinizdir.
O gün neler bulacağınız bilinmez, her hafta farklı şeyler düşüyor pazara. Dikkat edin, bazı eskiler çöpten yeni çıkarılmış olabilir :)) Ama gerçekten birçok şey orijinal. Eski tenis raketleri, amerikan futbolu topu, deri boks eldivenler, çiçekli ingiliz porseleni çay kupaları, sütlükler, çeşit çeşit suni kürkler, kürk şapkalar vs. Çılgına dönmeniz an meselesi. Her tezgah ayrı heyecan. Ayrı bir kalp krizi nedeni. Yanınıza bolca nakit alın ki, beğendiğiniz o güzelim eşyaları ağlayarak tezgaha geri bırakmak zorunda kalmayın. Altın sikkelerinizi Oxford ve Regent Street gibi caddelerdeki burnu iki karış yukarıda mağazalarda bitirmeyin. Altın sikke ne mi? Tabii ki pound sevgili dostum. Ingiliz Sterlini şurda 4.8 lira olmuş, ne sanıyorsun? Şişe su bile alsak pound hesabı yapmaktan manik depresif olduk. Hem bulduğun farklı eşyalara sevinip hem oflamak neymiş gidince anlarsın :)))
OLYMPUS DIGITAL CAMERA
Turistik yerlere geçelim şimdi. Piccadilly Circus bunlardan biri. Güzel at heykellerinin önünde fotoğraf çektirmeden olmaz. Bu bölgelerden başlayıp Regent Street, ordan da Oxford Streete kadar yürümek gerek. Mesafeler uzun olsa da alışveriş yaparken ne farkederki :))
Abbey Road, Beatles İçin;
On iki Şubat günü sabah erkenden St John’s Wood istasyonunda inip dümdüz yürüyerek Abbey Road’ a ulaştık. Burası Beatles’ın Abbey Road albümü için kapak fotoğrafı çektiği yaya geçidi. Artık yaya geçidi olmaktan çıkıp bir sit alanı olmuş gibi. Aynı zamanda studyoları da burada. Birçok Beatles sever buraya gelip studyo ziyareti yapıyor ve bu yolda fotoğraf çektiriyor. Kapak fotoğrafı bence Beatles albümleri arasında en iyisi. Bu da bizden bir hatıra kalsın :))
Baker Street Yolunda
Pazar günü sakinliğinden faydalanıp o güzelim evlerin önünden geçerek istasyona geri yürüyoruz. Sırada baş tacımız dizinin kahramanı Sherlock Holmes’ün evi var. Diziyi takip edenler adresi bilir. İstasyon adı: Baker Street. Underground’ tan çıkınca karşınıza Sherlock un Heykeli çıkıyor. Tabi bunu gören Ali, 5’inci dedektif duruşu ile bana poz veriyor. Şip-Şak! Yola devam edip minik topluluğu görene kadar yürüyoruz. Sherlock Holmes ün müzesi önünde ufak bir kuyruk var. İçeriye belli sayıda insan alınıyor. Biri çıkana kadar da yenisi giremiyor. Biz en iyisi shop’a bir girelim diyoruz. Ünlü dedektife yönelik birçok hediyelik eşya mevcut. Sherlock şapkasından kibrite,dolma kalemden şemsiyeye kadar birçok şey var. Baker Street levhasında çok gözüm kaldı ama almadım. Dedim ya, cebinizden çıkacak paraya en çok dikkat etmeniz gereken şehirdesiniz!
Baker Street de 221B nin kapısından uzaklaşıp istasyona geri yürüyoruz. Şimdi büyük buluşmada sıra. 2008 yılında şans eseri yollarımızın birleştiği ve Brighton’da aynı odayı paylaştığım arkadaşım Alev ile bugün yani 30 yaşıma ayak bastığım ilk gün Hyde Park’ta buluşacağız. 9 yıldır onu görmemiştim. O uzun süredir Londra’da yaşıyor ve yeni evlendi. Hem onu sarıp sarmalayacağım, hem de eşiyle tanışacağım. Bu arada Hyde Park Londra’nın en büyük ve gözde parklarından biri. Yazın burada güneşi gören ingilizler çimlere yayılıp keyif yapıyor. Büyük kısmı da spor. En son gördüğüm zamana göre yılın bu mevsiminde çok boştu.
SHERLOCK HOLMES MUSEUM
Londra’da Doğum Günü
Gölün üzerine kurulmuş bir kafe de buluştuk sevgili Alevlerle. Nasıl özlemişim, o günler hakkında konuşmayı, komikliklerimizi :)) Hatta doğum günüm olduğu için çok şirin bir hediye bile aldım :)) Yanına iliştirdiği kartı, ömür boyu saklayacağım.
Gölün üzerindeki kuğular hakkında çok komik bir hikaye öğrendik. Şimdi bu güzel kuğuların Kraliçeye ait olduğunu ve onlara zarar vermenin bir devlet suçu sayıldığını burada yaşayan herkes bilir. Yakın zamanda bir adamcağız açlıktan kuğulardan birini kesip yemiş. Tabi ki ceza verilmiş ama hapse atılmaktan kurtulmuş. Çünkü adamcağız gerçekten çok fakir ve çok açmış. Adamın kuğuları kesip yiyecek kadar aç olmasına mı üzülsem, yoksa bu zarif yaratıkların Kraliçenin malı sayılması ve onlara zarar vermenin suç sayılmasına mı gülsem bilemedim.
Londra’yı herkes için özel yapan şey göz alıcı dönme dolabı ve onu her saat başı selamlayan saat kulesi olabilir. Ancak bu şehri ”Benim Londra’m” yapan; kesinlikle Shoreditch bölgesi oldu. Sokak sokak klasik arabalarını aradığım mahalle halkını bile tanımadan sevdim, bağrıma bastırdım. Hafif tatlı telaşlı ama bir o kadar da dingin mahalledeki iyi kahveciler ve kahvaltı mekanları için bir sonraki yazımı okuyabilirsiniz. Aslına bakarsanız, yazıyı bile beklemeyin. Binin metroya ve Liverpool durağında inip yürüyün. O kırmızı klasiğe de benim yerime hayranlık bakışı atın :))
OLYMPUS DIGITAL CAMERA
Sokaklar duvar sanatçılarının imzasını taşıyor. Her köşe de harika grafitiler var. Sırf bu sebepten bile turist karşılıyor bu mahalle. Bu bölgeyi görünce Londra’nın sanat yönünü daha kuvvetli hissediyorsunuz.
Bir diğer tüm gün keşif ve ”Benim Londra’m” bölgesi ise; Broadway Marketten başlayıp, Columbia Road Flower Market ve oradan da Spitalfields’e doğru yürümek. Bu, Londra gezisinde mutlak surette yapılması şart olan bir rota. Sağlı sollu güzel sokaklar, evler, lokal kahveciler, sevimli butik dükkanlar, her biri birbirinden muhteşem kapılar var. İçinizin eriyeceği fotoğraf karelerini bu rota üzerinde yakalayacaksınız. Hani şu peşlerinden koştuğum, sokak sokak aradığım klasik arabalar vardı ya, bir kısmını da bu bölgelerde buldum, heyecandan öldüm :))) Broadway Market to Spitalfields Photo Diary için tıklayın.
DOĞU LONDRA SOKAKLARI
Posta ve Müzikal
Sevgili Londra’ya gelip o tatlı posta kutularından kart atmamak olmazdı. Can arkadaş, mektup kardeş Caniko’ya (Sinem), Ali’ye (aslında kendime:)) ve de Zeno’ya, Farringdon Rd Post Office den kart attım. Ali de bana son gün Notting Hill deki postaneden attı :)) Elimize ulaşmayanlar olsa da, denemeye değerdi :))
Bu şehirde yapılacak en doğru şeylerden birisi Her Majesty’s Theatre‘de müzikal izlemek. Canım babam ve annemin doğum günü hediyesi, Phontom of the Opera‘ya en önden 2 biletti. Ömrüm boyunca hiç eskimeyecek ve hep hatırlayacağım bir deneyim yaşadım, duygusu kalbimde kaldı. Ne yapın edin, bu müzikali ömrünüzde bir kez izleyin.
İNGİLİZ POSTASI 🙂
Güzel Londra postunu her şeyi tadında bırakmak ve yeni planlar yapmak için bitiriyorum. Bu yazının bitmesini bekleyen sevgili Didem’e selamlarımı iletiyor, Londra lokal mutfağı ve kahve-kahvaltı konseptli yazıyı okumanızı öneriyorum. (Londra yeme-içme rehberi)
Broadway Market’te airbnb den ev tutup aylarca kalasım var. Kanalın kenarında her sabah koşuya çıkıp hatta köpeğimi gezdirmek istiyorum. Soluklanmak ve günün ilk kahvesini içmek içinse köşedeki Market Cafe’yi seçiyorum. Cam kenarındaki yüksek sandalyedeki yeri her sabah 8’de rezerv etmek istiyorum.
Doğu Londra’nın güzellikleri Shoreditch bölgesinden başlıyor aslında. Her sokak ayrı hikaye. Her gün başka mahallelerde aylak aylak dolaşan, her renkli kapıda selfie çeken, buram buram kahve kokusunu takip edip gördüğü her kahvecide one more coffee yapan olup, günlük kafein aşımından çatlayarak sonunda kırmızı bir posta kutusu yanında düşen kız kedi köpeğe bile yem olamadı desinler. Lakin ortalıkta başı boş bir tane bile kedi köpek yok çünkü :))
Dikkat. Bu bir foto albümdür.
OLYMPUS DIGITAL CAMERAOLYMPUS DIGITAL CAMERAOLYMPUS DIGITAL CAMERAOLYMPUS DIGITAL CAMERAOLYMPUS DIGITAL CAMERAOLYMPUS DIGITAL CAMERA